
Bu ülkede bir okul okumuş herkes Bizanslı papazların İstanbul kuşatma altındayken “bir toplu iğnenin tepesinde kaç melek vardır” diye tartıştıklarını bilir.
Bu hikaye neredeyse ulusal folklorumuzun bir parçası haline gelmiştir.
Konuşmalarda sık sık tekrar edilir.
Kendi tarihimizle ilgili birçok önemli olayı bilmediğimiz halde biz bu Bizanslı papazlar meselesini niye bu kadar iyi biliriz, hep merak ederim.
Kanuni zamanında ekonominin “duraklama” dönemindeki ekonomiden daha kötü olduğunu, Kurtuluş Savaşı’nın finansmanının nasıl sağlandığını bilmeyiz, merak da etmeyiz.
Ama Bizanslı papazları biliriz.
Tarihe karşı çok ilgisiz olan bir toplumun, tarihi bir ayrıntıyı böyle sıkı bir şekilde ezberlemesinin bir nedeni olmalı.
Acaba o papazlarla aramızdaki inanılmaz benzerlik mi bizim ilgimizi bu kadar çok çekiyor?
Yoksa bu, psikolojide “projeksiyon” denilen, kendi zaafını bir başkasına yansıtarak rahatlama mekanizmasının çalışması mı?
Büyük bir ihtimalle ikisi birden.
Bunun böyle olup olmadığını anlayabilmek için “bugün yaşadıklarımızı yüz yıl sonra nasıl anlatacaklar” diye sormalıyız belki de.
“Başkentleri susuzluktan kırılıyordu, salgın bir hastalık tehlikesi vardı, kuraklıktan toprakları çölleşiyordu, on beş milyon insanın yaşadığı en büyük şehirleri büyük bir depremle yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı, bilimadamları o korkunç depremin çok yakın olduğunu söylüyordu, Anadolu’daki trafik kazalarında insanlar onar onar ölüyordu ama ölüm kapılarında dolaşırken onlar ‘kadınlar başlarını nasıl bağlamalı’ diye kavga ediyorlardı.”
Böyle bir anlatım abartılı mı olur?
Eğer bu anlatım abartılı değilse, bizim şehirleri kuşatma altındayken melekleri tartışan Bizanslı papazlardan ne farkımız var?
O papazlar “kutsal” tartışmalarının içine saklanarak şehirlerinin kapısındaki tehlikeyi unutmaya çalışıyorlardı.
Biz de kendi “kutsal” kavgamızın içine gömülerek bizi bekleyen tehlikeleri görmezden gelmeye uğraşıyoruz.
Tehlikeyi görürsek çare aramak zorunda kalacağız çünkü.
Ama çare aramak istemiyoruz.
Susuzluğu önlemek için altyapıyı yenilemek, kuraklığa karşı yeni sulama tesisleri oluşturmak, depremin yıkıcılığından kurtulmak için bütün binaları sağlamlaştırmak, trafik kazalarını önlemek için yollarımızı düzenlemek meşakkatli işler.
Düşünmek, planlar yapmak, harekete geçmek gerekiyor.
Halbuki biz sorunlarımızı çözmek için uğraşmayı pek sevmiyoruz.
Gerçek tehlikeler yerine yapay sorunlar yaratmayı daha çok tercih ediyoruz.
Kadınların saçlarının nasıl örtülmesi gerekir kavgası, susuzluktan da, depremden de, kuraklıktan da, trafikten de daha çok ilgimizi çekiyor.
Öleceğiz ama aldırmıyoruz.
Biz kendimize aldırmadığımız için “tepemizdekiler” bize hiç aldırmıyor.
Cumhurbaşkanının eşinin başı bağlı olursa mahvolur muyuz, onu konuşuyoruz.
İstanbul’da deprem olduğunda yüz binlerce insan ölür, ülke çöker ama bize ne?
Başkent susuzluktan kırılıyor ama bize ne?
Bizi, kadınların saçları Atatürk’ün ilke ve inkılaplarına mı yoksa din fetvalarına mı uygun olacak kavgası ilgilendiriyor.
Ve, Bizanslı papazlarla dalga geçiyoruz.
Şehir kuşatma altındayken “melekleri” tartışıyorlarmış.
Ne kadar da şaşkınlarmış.
Biz Bizanslı papazlara benzemeyiz.
Susuzluktan kokup, depremde ölmeye hazırlanırken “iğnenin tepesindeki melekleri” konuşmayız biz.
Biz, kadınların saçları nasıl bağlanmalı, onu konuşuruz.
Bu topraklarda hayat çok değişiyor.
Altı yüz yılda, “iğnenin tepesindeki meleklerden” “kadının saçındaki bez parçasına” geldik.
Kolay iş mi bu kadar değişip, ilerlemek…
AHMET ALTAN
resim : http://image.linkinn.com/userfiles/Image/hope_1024.jpg