Hosgeldiniz...

...Biz Bir Aileyiz...

20 Mart 2009 Cuma

Nevruz Bayramınız Kutlu Olsun... Bugün Bahar geliyor


Azerbaycan’daki Rasathaneden verilen bilgiye göre Bahar bugün 15.41’ de geliyor. Şubat’ ın 28 ya da 29 çekmesiyle Bahar Martın 20-21’ inde, çok nadir yıllarda da 21-22’ sinde başlıyor.

Bazı kaynaklarda Nevruzun M.Ö 350’ li yıllarda daha Zerdüştlükten de önce kutlandığı belirtiliyor. Nevruz tarım kültürüyle ilgili olan bir Bahar Bayramıdır. Nevruz daha çok eski Türk halklarına has ve Türklerin en özel bayramı olarak tarihi kaynaklarda yerini almaktadır.

Günümüzde Nevruz Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde daha görkemli kutlanmakta. Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan’da Nevruz Bayramı birkaç gün tatil ilan ediliyor ve resmi törenlerle kutlanıyor.

Bayram akşamı başta pilav olmak üzere sofrada çok çeşitli yemek ve Nevruza has tatlı ve börekler bulunuyor. Nevruz akşamı sofrada sarımsak, sirke gibi gıdalar olmuyor ve et yemeklerinin az olması gerekiyor. Sofraya daha çok sebzelerden ve süt ürünlerinden hazırlanan yedi çeşit yemek konuluyor.

Nevruzun sembolleri sayılan şekerbura, baklava, goğal ve semeni her evde hazırlanır. Eski düşüncelerde şekerbura (içinde şeker, fındık, ceviz olan üstü ince işlemelerle bezenen, hilal tatlı) 15 günlük ayı, baklava (Türkiye’deki baklavadan farkı daha büyük dörtken şeklinde olmasıdır) yıldızları, goğal (içi lor peynirli börek) güneşi, semeni (bayrama 10-15 gün kala tabakta buğdayın büyütülmesinden hazırlanan tabakta ot ) yeşilliği, doğayı sembolize eder. Nevruz akşamı herkes birbirinin evine misafir gider, herkesin kapısı açık olur, küsenler barıştırılır ve her mahallede ateş yakılır, üstünden atlanır ve geçen yılda olan tüm kötülüklerin o ateşte yanması dilenir.

kaynak : http://www.palhaber.com/haber/yasam/yasam-genel/nevruz-bayraminiz-kutlu-olsun.html

18 Mart 2009 Çarşamba

Sehitlerimizi Rahmetle Aniyoruz...

18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma Günü

Çanakkale Şehitlerine

Şu Boğaz Harbi Nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,
Ne hayasızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”
Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer
Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
Osrtralya’yla beraber bakıyorsun ; Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.
Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela...
Hani tauna da zuldür bu rezil istila...
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına,
Maske yırtılmasa hala bize affetti o yüz ...
Medeniyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab,
Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.
Öteden saikalar parçalıyor afakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de namerd eller,
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, başa, edecek kahrına ram?
Çünkü te’sis-i ilahi o metin istihkam.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bir göğüslerse Huda’nın edebi serhaddi;
“O benim sun’-i bediim, onu çiğnetme” dedi.
Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe”desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyetler eder istiab.
“Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;
Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.

Mehmet Akif Ersoy

17 Mart 2009 Salı

Ve Sahne Kapanir...


Muhammet Enes`i bugün topraga verdik, Güle güle Muhammet Enes...

belki simdi olmadi ama bir gün annenle,babanla doyasiya beraber olacaksin, ozamana dek Allah`a emanetsin.. Mevla annene babana sabir versin...



Gün Bitti Ve Gittin

bu gün beni farklı duygulara götürdün
benliğimi, kişiliğimi geri verdin bana
yaşadıklarımın rüya olduğunu sandım
ama gerçektin oysa
elimi tuttuğunda titredi bedenim
tekrar heyecan kattın sıradan olan hayatıma

bu gün umutsuz dünyama umut katan bir melektin
bende içime umut tohumları ektim.
ama gün bitti sende gittin
bilmediğm şey;
bir daha hiç dönmeyecektin... (Recep Seven)

Topragimi Degistir anne...


Toprağa sarardın küçükken
Yüreğin gibi sıcak toprağa.

Toprak, öyle topraktı,
Gülleri kimseler dikmezdi.
Güller, toprağa dokununca açardı.
İnsanların yüreğiyle birlikte.

Topraklar bile değişmiş anne,
Bu topraklara bir şeyler karıştırılmış.
Ne toprak, toprak kokuyor.
Ne insanlar, insan.
Bu topraklarda bir hal var.
Her şey kendinden başka kokuyor.
Kartol başka, kelem başka, lor başka kokuyor.
Bu topraklara kim ne yaptı anne?
Sebze meyve ne ki, insanlar hormon kokuyor anne.
Ne emek, ne ter kokuyor, yağ kokuyor bu topraklar anne.
Benim toprağımı değiştir anne.

Artık sevda kokmuyor aşık dedikleri.
O kadar ben’ ler ki, bir olamıyorlar ruhlarında.
Aşk dedikleri başka bir şey, başka şeylere aşk diyorlar.
Algılar yanlış, kavramlar boş.
Ne böyle bir aşk, ne böyle bir duruş istemiyorum.
Yabancıyım bu topraklarda anne.
Sen benim toprağımı değiştir anne.

Bizim topraklarımızda heybelerimiz olurdu.
Omuzlarımızda taşıdığımız.
Doğrular ön gözlerinde olurdu, onları izlerdik.
Yanlışları arka göze atardık,
Bu topraklarda sırt çantaları var anne.
Doğruda, yanlışta hep arkada aynı gözde.
Hepsi birbirine karışmış anne.
Yanlışlar doğru, doğrular yanlış olmuş.
Bu topraklara neler olmuş anne.
Ben toprağımı istiyorum.
Toprağımı değiştir anne.

Biz çamurla patlanguç oynardık.
Çamurdan ev, masa, küçük adamlar yapardık.
Buralarda çamurdan maskeler yapılıyor.
Hep kalıcı, bozulmayanlardan.
Canlar vardı bizim topraklarımızda, maskesiz.
Can göremiyorum anne.
Her taraf maske.
Ben toprağımı istiyorum.
Toprağımı değiştir anne.

Biz taşlarla beş taş oynardık.
Bunların taşları hep sözlerde.
Yürekten konuşan yok.
Yapmacık olmuşlar, hep özlerde.
Bana topraklar kayalardan olur diye öğretmişti babam.
Bunların kayaları başka yerlerden mi geldi anne?
Onun için mi bu topraklarda damlar yetişiyor anne?
Benim toprağımı değiştir anne.


Biz teknede ki çöreğimizi bölerdik.
Şimdi ekmeğimizi avucumuzda sıkıyoruz.
Yinede çalınıyor, ne varsa.
Bizim zırzalarımızın kilidi yoktu
Buralarda üstümüze çelik kapıları kapatıyoruz.
Evin dışından, evin içini soyuyorlar.
Hani kıravatlılar var ya inanmayacaksın ama çoğu onlardan.

Bizim topraklarımızda adam selviler büyürdü her şartta.
Bu topraklarda, cüce salkım söğütler yetiştiriyorlar.
Mevkileri büyüdükçe, dalları birilerinin önünde eğilen cinsinden.
Bu topraklar nasıl anne ya?
Sen bana bu toprakları tanıtmadın ki anne.
Keşke gösterseydin bu toprağı da,
Bu kadar talan edilmezdim anne.
Yok yok sen benim toprağımı değiştir anne.

kaynak : http://www.nette68.com/meydan/konu/758/Topragimi%20Degistir%20anne
resim : www.resimcity.com_gozyasi_resimleri_6.jpg

KAYBETMEYİ ÖĞRENMEK..


"Kaybetme maceramız daha ana karnından çıktığımızda başlar. Hiç emek harcamadan hüküm sürdüğümüz, dünyanın en güvenli, en yumuşak korunağını, ana rahmini kaybederiz önce. Bizden intikam almak için bekleyen dünya, sanki niye çıktın oradan dercesine, gözlerimizi yakan ışıkları, kulaklarımızı tırmalayan gürültüsü, sıcağı, soğuğu, açlığı, kiri, hastalığıyla saldırır üzerimize. Ama bizde kolay kolay pes etmeyiz. Kaybettiklerimizin yerine anında baksa bir şey koyarız. Hem cennetimizi yitirsek de o kutsal yerin sahibi olan annemiz bizimledir, üstelik yanında bir de baba verilmiştir elimize. Dışarıdaki dünyaya alışmaya başlayınca kaybettiğimiz cenneti hemen unutuveririz. Ancak büyüdükçe annemiz de babamız da bizden uzaklaşmaya başlar; onları kardeşlerimizle paylaştığımızı anlarız. Kardeşimiz yoksa babayı annemizle, anneyi babayla paylaştığımızı anlarız. Bize gösterilen ilgi günden güne azalır. Azalan ilgi dünyanın bizden ibaret olmadığını gösteren bir uyarıdır aslında. Ama bu uyarıyı görmezden geliriz. Düşler kurar, hayaller uydurur, kaybettiklerimizin yerine yenilerini koyarak dünyayı kendimiz sanmayı, bu güzel yalana kanmayı sürdürürüz. Yeni yetme çağımızda anne, baba sevgisinin yerini arkadaşlarımızın sevgisi alır. Arkadaşlarımızla hiç ayrılmayacağımızı düşünürüz. Keşke sonsuza kadar böyle aynı mahallede, aynı okulda yaşasak diye dilekler tutar, birbirimize sözler veririz; ama yıllar birer birer alır arkadaşlarımızı elimizden. Ancak yeryüzünde ne kadar kötülük varsa bizde de o kadar umut vardır. Ergenlikle birlikte aşk denilen o büyülü, o rezil, o soylu, o kahraman duygu utançtan kıpkırmızı olmuş bir suratla çalar kapımızı. Aklımız yüreğimiz birine takılır kalır. Bu kez yaşamın merkezine onu koyar, her davranışın, her duygunun, her düşüncenin kaynağını onda ararız. Kendimizi onun gözlerinde izleyip, bir benzerimizi bulduğumuzu sanarak, dünyanın en güzel, en olmadık, en aptalca düşünü kurarız. Artık mutluluğu yakaladığımızı sanırız. Şansı yolunda gidenler belki de gerçekten yakalarlar mutluluğu, ama kısa süreliğine. Çok geçmeden, koca bir kamyonun, küçük bir çocuğun bisikletini çiğneyip geçmesi gibi gerçek dünya, düşlerimizi parçalayıp verir elimize. Yaşam o kahrolası oyunlarında birini daha oynar bize, ilk sevgili ellerimizin arasından kayıp, bilinmeyen sularda kaybolup gider. Bu serüvenden bize düşen ise, dokunduğumuzda içten içe sızlayan bir yara gibi onun anısını sonsuza kadar yüreğimizin en derin yerinde saklamaktır.
İlk sevgiliyi de yitiriş bir uyarıdır aslında. Ömür tanrısı, gençliğin geçici olduğunu sezdirmek istemiştir ama bunun da farkına varmayız. Yeniden aşık oluruz, olduğumuzu zannederiz, severiz, sevdiğimizi zannederiz, ve kaçınılmaz sonuç : Evleniriz. Biriyle birlikte yaşarsak, yazgılarımızın birleşeceğini, yazgılarımız birleşince kaybetmekten kurtulacağımızı zannederiz. Derken, çocuklarımız olur. Yaşam bir yandan alırken bir yandan da vermektedir, diye düşünerek, kurnaz bir tüccar gibi kandırırız kendimizi. Oysa o gözü pek yol arkadaşı, o deli dolu gençlik, bedenimizdeki gücü, tazeliği, ruhlarımızdaki sert fırtınaları toparlayıp çok terk etmiştir bizi. Derken annemiz, babamız en büyük ihaneti yapar; hangi yaşta olursak olalım, henüz yeterince büyümediğimiz bir anda tek başımıza bırakıp giderler. Ağlarız, yıkılırız, öfkeleniriz, kahrederiz ama ne yaparsak boşuna, ömür rendesi durmadan bir şeyler eksiltecektir yaşamımızdan. Ta ki artık taşımakta zorlandığımız yorgun bedenimiz, bıkkın ruhumuzu sonsuza dek rehin alana kadar."

kaynak : http://mazgal.blogspot.com/2005/07/kaybetmeyi-renmek.html
resim: http://bayangizem.blogcu.com/

radyo