Hosgeldiniz...

...Biz Bir Aileyiz...

7 Nisan 2011 Perşembe

Askeriz biz :)



Sevgili dostlar bir sureligine vatani borcumuzu,askerlik hizmetimizi ifa etmek icin internet ortamindan uzak olacagiz,

Canakkale'de, Sakarya cephesinde, Sarikamis cephesinde askerlik yapmak ile kiyaslanamayacak kadar zor olmasa da bizimkisi, bu ülkenin kürdü,cerkezi,lazi,arabi,azerisi ve diger her bir vatandasi gibi askerlik hizmetimizi tamamlamak icin silah altina alinacagiz,

Bu ülkenin bütünlügü,özgürlügü icin canini vermis, sehit olmus, gazi olmus, emek harcamis tüm insanlari rahmet ve minnet ile anarak, bir sureligine hoscakalin..,

Tüm askerlere de hayirli teskereler temennisi ile..

sevgi ve selamlarimla

Beytullah APAYDIN

Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak


Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı... Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde.

Deniyordu ki; "arada bir, çok bunaldığınızda, hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün"...
Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım... Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum...

Ama " kendi ölümümüzü ve cenazemizi " düşünmemiz tavsiye ediliyordu... Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an... Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim...

Diyordu ki; " bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı terk ettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız... Özellikle insanların sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın... O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün... Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin... Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bu acının ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın... Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz... Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi... Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini... Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin...”

Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım... Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine... Birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini... Hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı...

Görüyordum işte "babaaaa..." diye ağlayan biricik oğlumu... Eşim kucağında "ağlayan emanetimle" ayakta durmaya çalışıyordu per perişan... Koca çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu, O gözümden hala gitmeyen vakur duruşuyla... Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem içine hem dışına akıtıyordu gözyaşlarını... Kardeşlerim, akrabalarım "çok erken gitti, doyamadı oğluna.." diyordu acıyan ses tonlarıyla... Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı... Bazısı "daha dün birlikteydik, nasıl olur.." diyordu... Bunları seyredip onlara "hayır ölmedim, burdayım.." demek istedim hayal olduğunu unutup...

Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamını okumadan kitabın...
Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide... Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelmeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti yazar... Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı, ne de isteğim... Almam gereken dersi ve mesajı almıştım... Şimdi ne kitabın adını ne de yazarı hatırlamıyorum... Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum... Bu olayda tek farkındalık da yok üstelik...

Biraz kendime geldikten sonra devam ettim hayatımın en zor hayaline... Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde neler söyleyecekleri vardı… Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında... Onlarda bıraktığım izleri, yaşananları ve yaşanamayanları elden geçirerek ben konuşturacaktım hayalimde... İçlerini okuyacaktım, senaryo bana ait olarak...
Yaşarken neler yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım...
Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım, ölüm acısının etkisiyle girilen duygusal mod değildi, deşifre etmem gereken metin...

Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu... Özleyecekti, yokluğumu hissedecekti… Ağlayacaktı aklına geldikçe... Belki ölümün ne anlama geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine geçmeyecekti duyguları... Ama hayal bu ya, 18-20 yaşına getirdim 2 saniyede oğlumu... "hayal - meyal hatırlıyorum be baba seni... Keşke şimdi yaşıyor olsaydın da erkek erkeğe sohbet etseydik seninle... Bak mezuniyet törenimde de babasızdım... Askere giderken kimin elini öpeceğim senin yerine... Diyecek canı yanarak bir köşede...

Sevgili eşim... Benim muhteşem hatunum... Nasıl dayanır bensizliğe? O ki, benim için her şeyini feda edip koşmuştu bana... Hayatının tek adamı şimdi toprak olacaktı... Bir daha " Seni seviyorum " diyemeyecekti... Bir daha hevesle açamayacaktı çalan kapıyı... Ve her gelen gece bensizliğini haykıracaktı yüzüne... Her sabah da bensiz başlayacaktı koca gün... Tek cümlesi takıldı o an içime; " Oyunbozanlık yaptın be böceğim, hani beraber ölecektik ?"

Babam-annem, o bugüne kadar evlat olarak mutlu edecek hiçbir şey yapamamanın acısıyla kahrolduğum güzel insanlar... Helaldi şüphesiz hakları... Bilerek hiç kırmamıştım onları... Üzerine titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü işte önlerinde ve dualarına muhtaçtım... Kaç anne ve babanın çekebileceği bir acıydı ki evladının cenazesinde bulunmak... Herhalde insanın uzun yaşadığına üzüldüğü nadir anlardan olsa gerek...

Diğerlerine geçmiyorum...

Bu yazıyı şu an yazıp sizlerle paylaştığıma göre "diğerlerine" artık sizler de dâhilsiniz...

Düşünün, bir gün bir mail ulaşıyor gelen kutunuza "ölmüş“ diye...

Sizler kim bilir neler düşünür ve yazardınız...

Eşim şu an yanımda ağlıyor, sanki gerçekmiş gibi...

Oysaki yazarın amacı "Yaşamanın ve hala nefes alıyor almanın kıymetini" göstermekti...

Benim de öyle...

Lafı çok uzattım farkındayım...
Ama dediğimiz çözümü zor süreç 2 satırla özetlenemeyecek kadar girintili çıkıntılı...

Ben o gün kurduğum o hayalle, canımın tüm yanmasına rağmen YENİDEN DOĞDUM...

Bilgisayar diliyle "format attım hayatıma"...

Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim...

Gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş, oyun perde demişti...

Peki ya hayal değil de, gerçek olsaydı ve perde bir daha açılmamak üzere kapansaydı...

İşte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı...

Belki gerildiniz, kötü oldunuz ama devamını getirirseniz buna değer bence...

Ben bu akşam melankoliğim ve biraz abartmış olabilirim...

Hani sanatçı ve şairiz ya ondandır belki...
Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın...

LÜTFEN ARADA BİR, BURADAN ALDIKLARINIZI TARTIN,
DÜŞÜNÜN VE HAYATINIZI GÖZDEN GEÇİRİN...

Ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah' tan başka bilen yok...

İşte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken yapabileceklerinizi yapın, ertelemeyin...

Bilerek - bilmeyerek kırdığınız kalpleri tamir edin...

Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın...

Ve en önemlisi;

VERDİĞİ-VERMEDİĞİ, ALDIĞI-ALMADIĞI HERŞEY İÇİN, TEKRAR TEKRAR ŞÜKREDİN YÜCELER YÜCESİ YARADAN'A

CAN DUNDAR



kaynak:http://my.opera.com/byzaza/blog/?startidx=99
resim:http://www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=51793

Sen ve Son...

Unutmak ne dipsiz bir şeydir ki, unutanlara unuttuklarını bile unutturuyor.. Unutulmak ne acı bir şeydir ki, unutulanın unutuluşuna ağlayışını kimse hatırlamıyor. Unutuştan cıkarıldık her birimiz ,yüzümüz gün yüzüne değeli ,tenimiz güneşe erişeli beri, Unutulmaktan alindik unutmaktan sakindik,Hatiri sayilir olduk ,ne var ki, Unutmak yasamak kadar elimizin altinda,ve unutulmak ölüm kadar yanibasimizda.. Ölüm bizi geldiğimiz yere ,nisyana götürüyor tekrar...Ölüm unutuşlara gömüyor yüzümüzü Tenimizi tanıdıklarımıza yabancı kılıyor,yasarken ölümü anmiyoruz o yüzden Yasarken ölümle aramiza sahte uzaklar koyuyoruz unutulmak korkusu bu En cok unutulacagimizi unutuyoruz ve ve herkesin unuttugu anlarda Hatırlanmaya deger olmadigimiz zamanlarda hatirimizi tek sayanin yaradanimiz oldugunu cabucak unutuyoruz.... Sen ki hic unutmadin ve hic unutmazsin bizi, bize senin zikrini unutturma Rabbim....... Hatırlaki, toprak ayaginin altindan cekiliyor ellerin son defa dokunuyor güle ve güne Gözlerinin karasi son kareyi aliyor isiktan ve karanliga hazirlaniyorsun. Gözkapaklarinin kapanisi, seni bir dağın ardına götürecek. Unutmaya ve unutulmaya hazirlaniyorsun. Varligin, incecik dudaklarda bir kuru söze dönüsecek ,O dudaklardan insan sicagini tadamiyacaksin mesela... Hatiran bir tastan ve hüzün renkli bir topraktan ibaret kalacak.... Kahkalar seni yanliz birakacak... Mutluluklar seni hesaba katmadan tamam olacak .Sana arkalarini dönecekler........ Dönüp yüzüne bakmiyacaklar, senin kokun uzaklarin kokusu olacak... Tenin topragin sogugunu tadacak.. Ve gelecek ölüm. Gözleri, gözlerin olacak! Hatırlaki, yarınki gün seni taze bir toprak yigininin altinda bulacak.. Bir gün saatinin akrebi senin uzanamadığın anlara dogru dönecek.. Sen olmiyacaksin, ve kolundaki saat sensiz zamanlari tirmaniyor olacak... Sulamayi unuttugun cicegin bile ,senden sonra solacak. Yüzüne gün isigi vurmayacak ... Hayatinin ebedi rengini ,dar ve sessiz bir boslukta bulacasin.. Ya küle dönecek, ya güle dönüşeceksin... Yarinsiz ve sonsuz bir günün yanaginda incecik bir gamze olup kristalleseceksin... Yüzün solacak, ellerin, hiç bir yere varmayacak, parmaklarin, hic bir şey göstermeyecek... Ve ayaklarinin altinda, hep bosluk kalacak.. Unutmaki simdi toprak ayaginin altindan cekiliyor, Yürüdükce,ince bir hesap cizgisine cekiliyorsun.. Unutmaki elinle ölüme dokunuyorsun. Elinle ölümü dokuyorsun. Hatırlaki ,gözlerin ölüme bakiyor, gözlerin bir cesedi alacakaranliga tasiyor.. Hatırla o zamaniki, sen boz topraklar altinda ,derin unutuslarda eriyorsun. En son kaleminin karanlik izi kalıyor soguk sayfalarda. Ve sözlerin kırık dökük hatiralara dönüşüyor Solgun bir gül gibi, elden ele dudaktan dudaga dolasiyor. Hatirla, hatırlaki sen sözleri genc kalpleri taze asklara tasiyan ölü bir sairsin ... Hatirlaki ,sen masum ve sonsuz bakisli gözlerin kapi aralarinda bekledigi bir babasın.. Baba cigliklarini sana eristiremiyor oglun, Elinin sicagi özlenen sevgilisin sen . Hatirla ,hatırlaki iki rakam arasinda cizilmis egreti bir cizgiye indirgenmissin.. Mezar tasin unutuldu, ve hatta mezar tasin bile, seni unuttu diye ve hep baskalari var disarida ,Hep yabancilar geziyor yıkık mezar taslari arasinda... Kimsenin tanidigi degilsin artık, kimsenin özledigi degilsin... Kimsenin beklediği degilsin, kimsenin ardi sira gözyasi döktügü degilsin, kimsenin ölüsüde degilsin.... Tipki simdi oldugu gibi oysa sen ve son ne kadarda uzak görünüyordunuz birbirinize ...



Sabır Sınavıdır, Ömür Dediğin...


Ruhlar giderlerken, sonsuz bir yola,

Dünyada verirler, birkaç gün mola,
Sanma ki, bu geliş, tesadüf ola;
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

Güneş, doğmak için, sabahı bekler,
Kozalarda, çile çeker, böcekler,
Bil ki, her yürüyen, önce emekler,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

Tohum düşer, toprağında barınır,
Bahar gelir, yaprak ile sarınır,
İnsanoğlu kışa doğru arınır.
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

Ateşe düşmeyen çıra yanar mı?
O ateşte yanan gayrı söner mi?
Hakk'a giden yarı yoldan döner mi?
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

Nefsin bu gün doysa yarın yine aç,
Sanma ki bedenin nefsine muhtaç.
Gel şu meyhaneden vakitlice kaç,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

Nefsin işkencesi düşmandan beter,
Onun zulmü ancak savaşla biter.
Silah istiyorsan iraden yeter,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

Hor görme dünyada çile çekeni,
Sabırla beslenir, gönül kökeni,
Bülbüle diyor ki, gülün dikeni;
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

İhtiras seline,baraj kâr etmez,
Beşer arzuları, saymakla bitmez.
Dünyayı verseler, inan ki yetmez,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

Zaman sermayesi, sanma ki çok bol,
Beşikten bastona, kaç adımlık yol?
Bu kânun değişmez, kim olursan ol,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

Rüyalar, ne büyük ibrettir oysa,
İnsan aç uyanır, rüyada doysa,
Ölüm uyanmaktır, yaşamak buysa,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

Nî’met sırrı gizli, hayır ve şerde,
Devâyı da verir, verdiği derde,
Akıl, isyan ile, aranda perde,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

Gör ki, şu dünyanın, sırça köşküne,
Tapmış nice insan, dönmüş şaşkına,
Nedir bu sarhoşluk, Allah aşkına?
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

(1990)

Cengiz Numanoğlu



Çiçeksen,baharı bekleyeceksin sabırla...Erken açmayacaksın,kış soğukları vurur...Baharın gelmesinden ümit kesip,toprağın karanlıklarına teslim olmayacaksın,çürür,yokolursun...Sabır,Rabbin halikiyyetine,ibdasına güveni,bir iç direnci koruyarak baharı bekleme eylemidir.
Tohumsan,toprağın bağrında saklanmaktır mukarrer bir vakte kadar sabır...karanlığa boyun eğmemektir.Üstündeki yük altında ezilmemektir.Misyonunu unutmamaktır...Zamanı geldiğinde cidarı çatlatabilmek,toprağın üstüne doğru,ışığa doğru tırmanabilmektir."Rabbimin dilediği bir gün var,ışığa çıkmak için,yaratılış misyonumu ifa etmem için..."Bunu vird haline getirmektir sabır...
Güneşsen,bekleyeceksin karanlığın koynunda doğum anını...Enerjin yaratılış sırrında saklıdır...Aydınlığı ve karanlığı yaratana teslim olacaksın.
Baharsan,kışın soğuklarında saklayacaksın binbir rengini,çiçeğini...Kış geçecek ve geleceksin.Buzların içinde çıkacak kardelenler...Toprak bir ana rahmi gibi saklayacak seni ve kara topraktan al-mor menevşeler boy verecek...Sabrın,binbir tomurcuk demek,yaprakların,yeşilin çağlayanlar gibi hayata koşması demek...Kışın buzulları içinde iraden çürümeyecek,çözülmeyecek,ebedi buzullaşmalara mahkum etmeyeceksin dünyayı...
Bebeksen,karanlıkları aşacaksın dünyaya gelmek için,sabredeceksin 9 ay on gün,damarlarında Rabbin verdiği sabır akacak...
Mü'minsen,sabrı bir gönül dokusu olarak bileceksin.İmanın olmazsa olmaz boyutu olarak görecek,mü'minin her an ayakta kalabilme sırrı,Allah'a itimadın yüreğe yansıması olarak telakki edeceksin...

yazan:Fatma Nur Yılmaz


kaynak :http://leyl-iserd.blogcu.com/dort-mevsim-sabir/8481727

Yalandır da Dünyanın Ötesi Yalan. . . . . . . . . .

image



Yalandır da dünyanın ötesi yalan, vay, vay
Aman bre feleğ imiş de yari elimden alan
Aman eller Mısır'a Sultan etseler de istemem gala,
Vay bana, vay, vay
Ah, dost ağlayıp da
Düşman güldükten kelli
Aman yalancı dünya,
Yalancı dünya

Ruhi Su

* * *
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Tas tas içtim ağuları sağ iken
Kahpe felek vermez benim muradım
Viran koymu mor sümbüllü bağ iken

Karacaoğlan der ki bakın haline
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eyle bizden evvel gelene dost
Kim var imiş biz burada yok iken

Süleyman Tıldız - Tünceli

yorumlayan : Hasan Yükselir
dinlemek için tıklayınız


kaynak: http://www.mersinyasam.com/news/21638.html

Herkes İçin Biraz Mutluluk...

Herkes İçin Biraz Mutluluk...


Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile, "Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor" diye.

Birisi nasıl olduğunu sorsa, "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep... "Bomba gibiyim"

Jerry bir doğal motivasyoncuydu. Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse, Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.

Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... birgün Jerry’e gittim,

"Anlayamıyorum" dedim... "Nasıl oluyor da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun... Nasıl başarabiliyorsun bunu?

"Her sabah kalktığımda kendi kendime 'Jerry bugün iki seçimin var. Havan ya iyi olacak ya kötü...' derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü birşey olduğunda gene iki seçimim var. Kurban olmak, ya da ders almak. Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana birşeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var... şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim."

"Yok yahu" diye protesto ettim. "Bu kadar kolay yani..."

"Evet... Kolay" dedi Jerry... "Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..."

Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.

Yıllar sonra, Jerry’nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry’i delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.

Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. "Nasılsın" diye sorduğumda, "Bomba gibi..."

"Olay sırasında neler hissettin Jerry" dedim.

"Yerde yatarken, 'İki seçimim var' diye düşündüm... Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü... Ben yaşamayı seçtim."

"Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi!.."

"Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep 'İyileşeceksin merak etme' dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana 'Bu adam ölmüş' diyordu... Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..."

"Ne yaptın" diye merakla sordum...

"Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu...'Evet' diye yanıt verdim...'Var...' Doktorlar ve hemşireler merakla sustular... Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım: 'Benim kurşunlara alerjim var!...' Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım..."Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil..."

Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni bir ders oldu.

Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim... Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu...

Bu yazıyı okudunuz... Şimdi iki seçiminiz var:

  1. Unutup gitmek,

  2. Kesip saklamak, fotokopisini çıkarıp, dostlarınıza dağıtmak...

Francie Baltazar – Schartz’ın yazısını gazetede okuduğum zaman iki seçimim vardı:

Gazeteyi çöpe atmak, ya da bu yazıyı sizinle paylaşmak...

Ben seçimimi yaptım... Ya siz?...

kaynak :http://www.denizce.com/herkesicin.asp

Köyde mi Yaşamalı Şehirde mi?


Türkiye'de 1927 yılında insan nüfusunun yüzde 75,8'i köy ve beldelerde yaşarken 2009 yılına gelindiğinde bu oran, yüzde 24,5'e gerilemiş. İl ve ilçe merkezinde ikamet edenlerin oranı da 82 yılda yüzde 24,2'den yüzde 75,5'e çıkmış.

Bu konuyu açmak gerekirse, 1927 yılında aynı coğrafyada yaşıyormuşuz ve nüfusumuz 13.648.000 kişi imiş.
Bunların 10.345.184’ ü (% 75,8) köy ve beldelerde; 3.302.816’ sı şehirlerde yaşıyormuş.
2009 yılına gelindiğinde ise nüfus 72.561.312 kişi olmuş.
Bunların 17.777.521’ i (%24,5) köy ve beldelerde; 54.783.791’i şehirlerde yaşıyor.
82 yılda köy ve belde nüfusu 1,7 kat artarken şehir nüfusu 16,6 kat artmış !

Şehir Nüfusu Neden Artar?

İnsanların şehre göç etme sebeplerini yazarken önce kendi aklımdakileri, tahminlerimi bir ortaya dökmek istiyorum. Şöyle bir düşünürsek köyden kente göç sebepleri şunlar olabilir:

1. Köyde güvenlik eksikliği

2. İşsizlik

3. Eğitim güvencesi

4. Sağlık güvencesi

5. Akrabalara yakın olma isteği (herkes göç edince akrabalar şehirde daha sık görüşebiliyorlar, kimse köyde son kalan olmak istemiyor)

6. Şehir hayatının sürekli reklâmının yapılıyor olması

7. Köylünün hakir görülmesi

8. Şehir hayatında daha çok olay ve etkinlik olması

9. Şehirde lüküs hayat rüyası

Tüm bu sebepler tam da günümüzde gerçek görünümlü bir aldanmacadır. Mustafa Kemal' in belirttiği gibi aslında köylü milletin efendisidir. Bu kelamı şehirliler arada bir okuyup gördüklerinde içlerinden güler de geçerler. Ancak bu lafın doğruluğu son yıllarda iyice ortaya çıkmaya başlamıştır ve çok yakında kendini ayan beyan ispat edecektir.

Gelin bunları yazdıktan hemen sonra çeşitli internet sitelerinden bulduğum köyden kente göçün sebepleri konusunda okul kitabı bilgilerine bakalım ve bunları irdeleyelim. (Elbette beklendiği gibi duygusuz ve sadece ekonomiye dayandırılmış istatistikler göreceğiz.)

(Okul Kitapları ve İstatistiklere Göre) Köyden Kente Göçün Nedenleri (ve bunların sorgulaması)

Köyden kente göç nedeni 1: Kırsal alanlardaki hızlı nüfus artışı

Yorum: Eskiden de kırsalda yaşayan kişilerin doğurganlık oranı aynı idi ancak nüfus artmıyordu. Bu maddenin doğru yazılışı şöyle olmalı idi:

- Bebek ölüm oranlarının azalması, halk sağlığı konusundaki gelişmelere rağmen nüfus planlaması ve bilgilendirmeleri yapılmaması sonucu kırsal alanda hızlı nüfus artışı

Bu aslında dünyadaki güçler tarafından bilerek yapılan bir uygulama. Ölüm oranları azalsın ancak nüfus planlaması yapılmasın. Bu kişilere pek eğitim imkânı da sunulmasın. Böylece şehre akmak zorunda kalan koca bir nüfus olsun ki fabrikalarda, kömür ocaklarında köle olarak kullanılabilsin. Böylece bu fabrikalarda, madenlerde eskiden 100 kişiye iş sağlayan üretim faaliyetleri tek bir makine ve tek bir işçi ile yapılabilir. Ve böylece işsiz kalan 99 kişinin alacağı para sadece 1 kişiye giderek onu zengin eder.

Durum böyle karmaşık bir içinden çıkılmazlıklar sarmalı iken politikacıların her çiftin en az 3 çocuk yapması yönünde verdiği telkinler; beni dünyanın geleceği hakkında umutsuzlaştırıyor.

Evet, köyden kente göçün okul kitaplarında sunulan sebeplerini irdelemeye devam edelim,

Köyden kente göç nedeni 2: Miras yoluyla tarım alanlarının daralması ve ailelerin geçimini karşılamaması

Yorum: Eskiden de miras yolu ile tarım alanları bölünüyordu. Ancak bu durum insanları şehre göçe zorlamıyordu. (Ayrıca insandan başka hangi canlı acaba kalabalıklaştıkça nüfus yoğunluğu daha düşük olan bir yeri bırakıp da daha yoğun bir yere gitmeyi tercih eder? Bunu yapanın, yaratıkların en zekisi kabul edilen insan olması çok ilginç. Bu durum gösteriyor ki insan, günümüzde özgürlüğü en kısıtlanmış canlıdır. Düşünün ki sivrisinekler bile böyle bir zorunlu göçe maruz kalmıyorlar...)

Aslında bunun açılımı çok daha geniş… İlk maddede bahsettiğimiz gibi kırsal nüfus arttı. Gelgelelim nüfus planlaması hakkında insanlara bilgi götürülmedi. Hem bu arada tarım endüstriyelleşti. Çok gerekiyormuş gibi 1 kişi, eskiden 100 kişinin ürettiği tarım ürününü makineler ve bazı kimyasallar yardımı ile üretmeye başladı.

Gelin şu çarpıklığa bakın: hem nüfus artıyor ve her kişinin sahip olduğu tarımsal üretim alanı azalıyor; hem de kişi başına üretilebilen tarım ürünü artıyor! Bu durumda çok büyük bir kesim için kırsalda iş imkânı son buluyor ve bu kişiler şehirde benzer bir çarkı döndürmeye gidiyorlar. Önceleri fabrikalar, kömür ocaklarında çok sayıda işçi gerektiren işler yapacaklar ve yıllar geçtikçe onların yerini makine ve bilgisayarlar alacak. Böylece reklâmlardaki gibi tıkır tıkır işleyen ekonominin çarkları arasında bir çok insanın ezilmesi ile birileri zenginleşirken birileri fakirleşecek...

Köyden kente göç nedeni 3: Tarım alanlarının yetersiz gelmesi ve erozyonun artmasıyla toprağın verimsiz hale gelmesi

Yorum: Tarım alanlarının yetersiz hale gelmesi ve erozyon sonucu verimsizliğin sebebi aslında 100 kişi ile yapılması gereken işlerin yapay gübre, tarım zehri ve makineler ile 1 kişi tarafından yapılmaya çalışılması çabasıdır. Bu çaba yeni kuşakta genetiği ile oynanmış tohumlar ile 1000 kişi yerine 1 kişinin çalışması, daha çok gübre ve daha çok zehir şeklinde gelişiyor (!?).

Görüldüğü gibi çark gitgide daha içinden çıkılmaz bir hal alıyor...

Köyden kente göç nedeni 4: Tarımda makineleşmenin artması ve buna bağlı olarak tarımsal işgücünün azalması

Yorum: İşte asıl bundan bahsediyoruz. Makineler aslında insanlar daha az çalışabilsin, böylece işten arta kalan zamanda mutlu olabilsin diye icat edilip üretildiler. Ancak ne hikmetse şu anda makineler, insanları işsizlik ve sonucunda mutsuzluğa sürüklüyor. Buna rağmen insanlar sürekli daha verimli, en verimli makineyi yapmak çabasındalar.

Garip ki çok garip...

Köyden kente göç nedeni 5: Kırsal kesimde iş imkanlarının sınırlı olması

Yorum: Bu da tarımda suni gübre, tarım zehri ve makine kullanımı ile 100 kişinin işini 1 kişinin yapması sonucu ortaya çıkan bir olgudur. Şu an Türkiye' de tüm tarımsal üretim gerçek anlamda ekolojik (organik) olarak yapılsa, tüm işsizler fazlası ile iş bulurlar. Zaten biraz da bu gerçeği göz ardı etmek için istihdam verilerindeki önemli göstergelerden biri "tarım dışı istihdam" dır.

Köyden kente göç nedeni 6: Ekonomik istikrarsızlık ve sosyal problemler

Yorum: 10.000 yıldır günün büyük bölümü belli işler yapmaya alışmış insanoğlu kahvede, kapı önlerinde işsiz güçsüz oturmak zorunda kalırsa; elbette ekonomik istikrarsızlık ve sosyal problemler ortaya çıkar. En azından çalışmanın yerini tutacak sosyal faaliyetler geliştirilmesi gerekir.

Günümüzde bu sorun televizyon ile çözüldü aslında. Dünyanın en fazla TV izlenme oranı sanırım Türkiye’ de. Yazık bize ki gerçek hayat yaşanılabilir olmadığı için, beyaz camda başkalarının sahte hayatlarını yaşamaya çalışıyoruz...

Köyden kente göç nedeni 7: Eğitim ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği

Yorum: Hem bazı güçler insanların şehre yerleşmesini istiyor olmaları; hem halk tıbbının bilimciler tarafından hakir görülüp yok edilmesi ve hem de sağlık sektörünün yoğun nüfusta hastaya daha kolay ulaşabilmesi amaçlı sağlık hizmetleri belde ve köylere götürülmedi.

Eğitim ona keza. Zaten mevcut eğitim sistemimiz ve tüm otoriteler okuldaki eğitimden başka hiçbir aktiviteyi “eğitim” olarak kabul etmediği için insanlar mecburen kalabalık şehirlere gitmek zorunda hissettiler kendilerini. Ne de olsa okula gitmemiş, özel ders bile almamış olan Kemalettin Tuğcu; ortaokul terk olan Yaşar Kemal bize göre eğitimsiz kişilerdir değil mi?

Köyden kente göç nedeni 8: İklim ve yer şekillerinin olumsuz etkileri

Yorum: Burada asıl bahsedilmek istenen deprem sanırım (Çünkü maalesef iklim değişimi dendiği zaman vatandaşımız aslında yanı başımızdaki felaketin farkında değil).

Ekonomik sebepler ile ve kültürel birikim hiçe sayılarak derme çatma yapılan binalar sonucu depremlerin fazla öldürücü olması da göçün sebeplerinden biri olarak sayılıyor. Son Elazığ depremi haberlerinde, derme çatma yapıldığı iddia edilen evler yüzünden ölümler olduğu iddia ediliyor. Yani yeni teknoloji ile yapılsa kimse ölmezmiş...

Arkadaşlar, o köyde kimsenin yeni teknolojiye ulaşacak durumu yok! Biz asıl, orada yaşayan insanlara geleneksel sağlam yapı kurma bilgi ve becerisini nasıl kaybettirebilmişiz, bunu sorgulamalıyız. (Ayrıca kimsenin depremlerin oluş saatlerini sorguladığı yok. Şili’ deki deprem gün ortasında olmuş. Elazığ’daki deprem sabaha karşı 4’te. Gölcük depremi de sabaha karşı olmuştu. Herkesin uyuduğu saatte olan depremlerin daha ölümcül olması doğal değil mi?)

Emin olunuz yoğun şehirleşme ve kocaman binalar her koşulda kırsaldaki basit konutlardan daha tehlikelidir. Şimdi TOKİ oralara gidecek ve insanlara ruhsuz, tek tip evler yapacak. İnsanlar sağlam evlerinde, kırılgan hayatlar yaşayacaklar.

Bir de daha önceki bir yazımdan bir alıntı:
“Dünyanın en büyük fay hattı olan Afrika’ daki Büyük Rift Vadisi'nde insanlar taş devrini yaşıyor iken çok büyük depremler olmuş ancak, hemen o civarda yaşayanlar hariç, insanlar pek zarar görmemiştir. Oysa aynı depremler bugün olsa bir atom bombasından çok daha fazla zarara ve ölüme sebep olur.”

Görüldüğü gibi deprem, insanlar kendileri ev inşa etmeye başladıktan itibaren ciddi anlamda ölümcül olmaya başlamıştır. Evler büyüyüp sıklaştıkça da öldürücülüğü artacaktır. İlkel insan için rüzgar kadar doğal bir vaka olan ve korkulmayan deprem; ne ilginç ki günümüz modern insanının belki en korktuğu doğa olayıdır.

Köyden kente göç nedeni 9: Kentlerde sanayinin gelişmiş olmasından dolayı iş imkânlarının fazlalığı

Yorum: Evet görünürde şehirde iş imkanı fazladır. Ancak zamanla işverenler (kendileri iyi niyetli olsa da ayakta kalabilmek için) daha çok makine-bilgisayar alırlar; bazı işleri teknolojik altyapısı kuvvetli uzman firmalara devrederler ve her sene işçi çıkarırlar. Bakkal açsanız iki sokak öteye bir süpermarket kurulur ve batarsınız. (Bence bu aralar şehirdeki en iyi iş çöpten kağıt toplayıcılığı.. Geleceği var, iş saatleri esnek, kıyafet yönetmeliği yok, geliri fena değil, kolayca başlanabiliyor, rekabet düşük, uzmanlık ihtiyacı minimum, hem de dünyaya çok faydalı)

Teknolojik gelişmeler ve bölgesel nüfus yoğunluğu arttıkça daha çok kişinin ihtiyaçları daha az kişinin çalışması ile sağlanır. Ayrıca ne hikmetse bu daha az sayıdaki çalışanın çalışma saatleri de sürekli uzatılır.

Daha da ilginci ortaya 2 grup insan çıkar; gün boyu neredeyse hiç iş yapmayanlar ve gün boyu nerdeyse durmadan çalışanlar. Kimse “çalışanların çalışma saatlerini azaltalım ve çalışmayanlara pay edelim. Böylece herkes mutlu olsun.” demez. (Ne mutlu ki son zamanlarda birkaç akıllı kişi bu amaçla kampanyalar başlatıyor bakınız:http://yesilgazete.org/2010/02/15/haftalik-calisma-saati-21e-indirilsin-cagrisi)

İşte kitaplarda öğretilene göre köyden kente göçün sebepleri ve tarafımdan yorumlanan gerçek içerikleri.

Peki, ne yapmalı?

Ben diyorum ki artık şehirlerin devri geçti. Ben bu yılın başında bir beldeye yerleştim ve şehirdekinden çok daha iyi imkânlara kavuştum. Teknoloji bağımlısı bile olsanız birçok beldede ulaşamayacağınız bir imkan neredeyse pek kalmamış gibi. Hele bir de ufak bir hususi ulaşım aracınız ve belde içinde kargo-posta hizmeti var ise; köylerde bile şehirdeki imkanlar yanı sıra kırsalın nimetlerinden faydalanabilirsiniz.

Günümüzde Belde ve Köylerde Yaşamanın Şehirlere Göre Avantajları

Kendi deneyim ve gözlemlerime göre iyice alışmadan farklılıkları yazayım:

· Kendiniz üretemiyorsanız bile pazardan en iyi tarhanayı, salçayı, yoğurdu yapan kişilerden muhabbet ederek şehirdekinin üçte biri fiyatına harikulade gıdalar alacaksınız.

· Belediye başkanı, muhtarı, kaymakamı yolda görüp derdinizi anlatabileceksiniz.

· Çocuğunuz okula yürüyerek, birçok arkadaşı ile şehre göre çok daha fazla güven içinde gidecek.

· Çocuğunuz sadece ilkokul mezunu bile olsa; eğer televizyonu kaldırıp eve sadece radyo alır, evde 1000 kadar kitap içeren çeşitli ilgi alanlarında çeşitli romanlardan oluşan bir kitaplık oluşturur ve çocuğunuzun ayda bir kitapçık okumasını sağlayabilirseniz; çocuğunuz doğayı gözlemleme ve bolca oyun oynama imkanlarını da kullanarak büyüdüğünde şehirde asla olamayacağı kadar eğitimli bir insan olacak.

· Günümüz pozitif bilimlerinin tümünün temeli doğadır. Pozitif bilimleri anlamanın ve bu alanda gelişmenin temel yolu doğayı gözlemlemektir. Kırsalda bu imkânınız şehre göre çok fazla olacak.

· Belde ve köylerde hava temiz, gıdalar daha sağlıklı olduğu için daha az hasta olacaksınız. Ayrıca artık kırsalda iyi sağlık hizmetine hızlı ulaşmak belki de şehirden çok daha kolay. (Biz buna geçen hafta bizzat şahit olduk. Şehirde 3 gün doktor peşinde koşup ulaşamayacağımız bir sağlık hizmetini bulunduğumuz beldede yarım saat içinde alabildik. Hem de doktor günde yaklaşık 15 kadar hastaya baktığı ve iş yoğunluğundan stres altında olmadığı için bizimle uzun uzun ilgilendi; 2 günde sağlığımıza kavuştuk.)

· Daha düşük bedelli daha güzel bir eve sahip olur veya kiralarsınız. Daha büyük bir evde olmanıza rağmen giderleriniz şehirdekinin yarısından azdır.

· İnternet teknolojisi ile birçok işinizi şehre gitmek zorunda kalmadan yapabilirsiniz. (Artık birçok işte, hizmet alanlar için sizin fiziki olarak nerede olduğunuzun önemi yoktur. Ve artık bir çok köyde internet teknolojisi mevcut.)

· Küçük bir bahçeniz de olursa geliriniz düşük, işiniz yoksa bile ekip biçtiğiniz ile hayata tutunabilirsiniz. Ayrıca komşuluk ilişkileri daha sıkıdır. Komşularınız siz açken şehirdeki kadar kolayca uyuyamaz.

· Şehirlerde şehir ışıkları yıldızların parlaklığını emer. Belde ve köylerde yıldızlar çok parlaktır.

Sonsöz

Son bilgilerimize göre Türkiye’ de 81 il, 923 ilçe ve 35.000'den fazla köy bulunmaktadır. Şehir nüfusları düşse ve ilçe, köy nüfusları 3 kat kadar artsa herkes daha mutlu olacaktır. Ancak güç odakları ekonomik zarara uğrayacağı için bu fikrin kötü ve zararlı olduğu konusunda sürekli beynimizi yıkamaktadır.

Peki kitleler aslında tek tek bireylerden oluşmaz mı? Ve dünyayı iyi ya da kötü yapan, bu bireylerin verdikleri kararlar değil midir?

Ben derim ki eğer şehirde yaşama talihsizliği içerisindeyseniz, çok da fazla düşünmeden pılınızı pırtınızı toplayıp size en cazip gelen ilçe ve hatta köye gidin.

Benim bildiğim en büyük düşünürlerden biri olan Tebrizli Şems’ in şu lafı, bana şehirden beldeye göçme gücü verdi. Umarım size de yardımcı olur:

"Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur" diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını? (Tebrizli Şems)

Saygı ve sevgilerimle
Hakan Ozan Erzincanlı

Kaynakça: http://www.tarimsal.com

radyo