Hosgeldiniz...

...Biz Bir Aileyiz...

15 Kasım 2008 Cumartesi

Bulut Ailesinin Yeni Bireyi...Özgür ve Esra Bulut ailesinin biricik oglu Huseyin Serdar Bulut...

Allah anali babali buyutsun,saglikli,mutlu uzun omurlu olsun..

Aramiza Hosgeldin Huseyin Serdar :)

diger resimleri gormek icin alttaki resme tiklayiniz...


13 Kasım 2008 Perşembe

Özürlü Toplum...


Engel – Özür – Sakat – Arıza – Eksik

VS.

Ve Her Şeye Tersinden Bakmak

Günümüzde insanlar hiçbir şeye saygı göstermiyor. Eskiden, erdem, onur, gerçek yasalardan oluşan bir dayanağımız vardı. Günümüz Amerikan yaşamında çürüme günden güne yayılıyor. Başka yasalara itaat edilmeyen yerde, çürüme tek yasa olur. Çürüme bu ülkenin altını oyuyor. Erdem, onur ve hukuk hayatımızdan buharlaşıp uçtu.

Bir ailenin özürlü çocuğu olmak ya da özürlü çocuğu olan bir aile olmayı tasarlamak ve özürlü olmanın verdiği ağırlığın altında ezilme çabası ya da Empatik ilişki kurmaya çalışmak desek daha doğru olacak. Dersimizin konusu bu ve buradan yola çıkarak bir ödev hazırlamak. Amaç ve niyet oldukça iyi ama değinilecek konu zor ve “ateş düştüğü yeri yakar” cinsinden. Şu anda okuduğumuz okul dünya okulu ve dersler de doğrudan bize bir şeyler öğretmek için hazırlanmış. Ama bu sefer Tersinden Dünya Okulunun derslerine bakmanın zamanı geldi. Dersin adı “Toplumun ve İktidarın Özürlülüğü”. Ödev ise “Özürlü bir toplumun özürlülüğe bakış açısı”.

Yıl: 2006 ve aylardan ise Mart. Yer: Türkiye Büyük Millet Meclisi. Konu: Sosyal Güvenlik Yasası Tartışmaları. Bir Millet Vekili aynen şu sözleri söylüyor: “Arızalı vatandaşlarımızı korumak için daha çok bütçe ayırmalıyız”. Yasama yetkisini elinde bulunduran hükümetin bir vekili bu cümleleri sarf ederken muhtemelen “engelli vatandaşlarımızdan” bahs ediyordu. Buraya kadar her şey açık ama aklıma takılan bir kavram vardı “arızalı vatandaş”. Maksadım kavramlara takılmak değil ama bildiğiniz gibi kavramlar düşüncenin ve yaşayış biçimin bir görüntüsüdür. Bu ülke milletinin seçtiği bir insanın kullandığı bir kavramdan yola çıkarak ve devamında bu ülkede yaşayan herkesin engelliliğe bakış açısını çıkarsamak mümkün mü? Bence mümkündür. İnsanoğlu çevresinde olan biten her şeyi algılama ve kategorize etme yoluyla öğrenir ya da yaşar. Türkiye Toplumunun “engelliliğe” bakış açısını kaldırımlarından, binalarına kadar; otobüslerinden, kamu kurum ve kuruluşlarına kadar anlamak hiç de zor değil. Hatta şu anda okuduğumuz okulun Sosyal Hizmet Okulu olmasına rağmen, okula tekerlekli sandalye ile gelmesi muhtemel engelli bir öğrencinin üst katlarda derse girmesine yardımcı olabilecek bir asansörün olmamasından bile bu toplumun “engelliliğe” olan bakış açısını çıkarsamak mümkündür.



HER SÖZ BİR ÖN YARGIDIR, BENİM ÖN YARGIM İSE KÜÇÜK BİR HİKÂYEDE SAKLI.



Birkaç yıl önce, Seattle Özel Olimpiyatları’nda, tümü fiziksel ve zihinsel engelli olan dokuz yarışmacı, 100 metre koşusu için başlama çizgisinde toplandılar. Başlama işareti verilince, hepsi birlikte başladılar, bir hamlede başlamadılar belki, ama yarışı bitirmek ve kazanmak için istekliydiler. Yarışa başlar başlamaz içlerinden genç bir delikanlı tökezleyip yere düştü ve ağlamaya başladı. Öteki sekiz kişi çocuğun ağlamasını duydular. Yavaşladılar ve geriye baktılar. Sonra hepsi yönlerini değiştirdiler ve geriye döndüler ve yere düşen çocuğun yanına geldiler. İçlerinden Dawn Sendrom’lu bir kız eğilip çocuğu öptü ve “Bu onun daha iyi olmasını sağlar” dedi.

Sonra dokuzu birden kol kola girdiler ve bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürüdüler. Stadyumdaki herkes ayağa kalkıp dakikalarca onları alkışladı. Orada bulunan insanlar hala bu öyküyü anlatırlar. Neden mi?

Çünkü şu tek şeyi derinden bilmekteyiz: bu yaşamda önemli olan şey, kendimiz için kazanmaktan çok daha ötede olan bir şeydir. Bu yaşamda önemli olan, yavaşlamak ve yönümüzü değiştirmek anlamına gelse bile ötekilerinin de kazanması için yardım etmektir, acımak değil. Kendisinden güçsüzü ezmeyi ilke edinen, daha güçlünün kendisini ezmesine davetiye çıkartmış olur.

Sonuç olarak, yaşadığımız toplum ve bizi yönetmek isteyen iktidar aygıtları ve birey olarak da bizler suçluyuz deyip çekilmek niyetinde değilim. Çünkü bu günah çıkartmak anlamına gelir. Ve hâsılı, acınacak durumda olan engelliler değildir, onları acınacak bir obje olarak tasarlayan vicdanlar ve bakışlardır.

Murat PERÇİN
kaynak :http://zerdust.blogcu.com/ozurlu-toplum_2176304.html
resim : http://www.dunyaartvinlilergazetesi.com/default/resim/engelli.jpg

SAYILTILAR...


SAYILTILAR


Kendini bilmeyen, ukala ve şımarık bir kadın gibi mırıldanıyor rüzgâr. Pencereme kendini acımasızca vuran yağmur damlacıkları bir aşkın bitmesine dökülen gözyaşlarını andırıyor. Yine bir sonbahar akşamı ve bu kent hiç bu kadar hüzün dolmamıştı şimdiye kadar. Müthiş bir sessizliğin sağır edici yankıları dışında sokaklarda da hiç kimse yok artık. Bu bozgun mevsimin göçebe çocuklarını yani kuşları uğurlarken kalbimde ince bir sızı kınalandı. Benim kültürümde acıya da kına yakılır ve ben de bütün acılarıma bu Eylülde, bu bozgun mevsimde en koyu renkte bir kına yakıyorum işte. İyi değilim ve iyi olmak da istemiyorum. İyilik halinde umutsuz ve hayalsiz kalmak istemediğimden en derin acı zorlasın yüreğimi ve bir savaş başlasın artık. Ve bu “benim” diyecek kadar amansız bir mücadele başlatmalıyım kendimle.





Bozuk çalan eski bir plak gibiyim ve şiddetleniyor içimdeki yalnızlık. Sadece biraz daha yalnızlığa ihtiyacım var.





Şu an yerimde oturmuş, her zamanki penceremden sağ kolumu sızlatan rüzgârla birlikte düşünmeye çalışıyorum. İnsanı asil yapan, onu değerli hissettiren şey ile insanı acizleştiren ve değeriz kılan şeyin aynı olduğunu düşünüyorum, çünkü insana sonradan verilen hiçbir şeyin insanı yüceltmediğini ve ancak yücelten ve alçaltan her şeyin insanın içinde, bir yerlerde gizli olduğunu biliyorum.





Bilgi denen düzmece yalanın, erdem denen ahlaksızlığın peşine düşen kim olursa içindeki ışığı söndürmüş demektir. Işığı sönen asla kendini bulamayacaktır. İşte “kendini kaybetmek” de budur. Ben, sokaklarda ellerinde fenerler olan insanları görüyorum. Hiçbirinin gözü yok ve kendini arıyorlar ama yanılıyorlar ve aradıkları yer yanlış.





Kendine acıyan kaybeder, hem de her şeyi kaybeder. Sahip olduğu, olacağı ve olduğunu düşündüğü her şeyi kaybeder. İnsan acıyı bile sahipleniyor, oysa acı sadece insana unuttuklarını hatırlatmak için vardı.





Kadim bir dostluğun ayak izlerini bulmaya çalışıyorum. Yaklaştığımı hissediyorum, elimi uzatıyorum ama tutamıyorum. Ben ona yaklaştıkça, o benden uzaklaşıyor. Çok sonradan anladım ki, o benden kaçıyormuş, çünkü bileklerimden akan kanın kokusuna gelen kurtlardan o da korkmuş.

Murat Perçin

15.09.2007

Ankara
kaynak: http://zerdust.blogcu.com/ah-guzel-dost_22964491.html
resim : http://www.sevgilim.net/dostluk-resimleri/vefali-dost-resmi.jpg

9 Kasım 2008 Pazar

İnsan neden yaşar ki?


İnsan yaşamak zorunda olduğu için yaşar

İnsan varolmak adına yaşar

İnsan zorunlu olarak dünyaya geldiğinden mutlu olmak için yaşar

İnsan mutluluğun yollarını bulmak için yaşar

İnsan mutluluğun yollarını bulmaya çalışırken karşılaştığı engelleri aşmak için yaşar

İnsan aç kalmamak için yaşar

İnsan aç kalmamaya çalışırken onurunu korumak için yaşar

İnsan iyi olmak için yaşar

İnsan kötülüklerden uzak kalmak için yaşar

İnsan düşünmek için yaşar

İnsan düşünürken keşfetmek içi yaşar

İnsan direnmek için yaşar

İnsan yaşamanın direnmek olduğunu anladığında yaşar

İnsan kendi dışındakiler için yaşar

İnsan kendi için yaşar

İnsan sevgi var diye yaşar

İnsan nefret var diye yaşar

İnsan savaşlar bitsin diye yaşar

İnsan savaşarak yaşar

İnsan öldürerek yaşar

İnsan yaşatarak yaşar

İnsan eğlenerek yaşar

İnsan ağlayarak yaşar

İnsan sömürerek yaşar

İnsan sömürülerek yaşar

İnsan okuyarak yaşar

İnsan yazarak yaşar

İnsan kendinde varolan her şeyi bulmak için yaşar

İnsan hiçbir şeyi umursamadan yaşar

İnsan sevdiğine kavuşmak için yaşar

İnsan sevdiğini bekleyerek yaşar

İnsan ailesi olduğu için yaşar

İnsan tek başına yaşar

İnsan çöp toplayarak yaşar

İnsan bir eli yağda bir eli balda yaşar

İnsan sokakta yaşar

İnsan sarayda yaşar

İnsan çamurlu suyu bulmak için yaşar

İnsan taze ve temiz su içerek yaşar

İnsan kadın olarak yaşar

İnsan erkek olarak yaşar

İnsan eşcinsel olarak yaşar

İnsan cesurca yaşar

İnsan korkarak yaşar

İnsan görerek, duyarak ve yürüyerek yaşar

İnsan görmeyerek, duymayarak ve yürüyemeyerek yaşar

İnsan çıplak yaşar

İnsan en pahallı elbiselerle yaşar


İnsan neden yaşar?
MURAT PERCIN
murat perçin

Kaynak : http://zerdust.blogcu.com/insan-neden-yasar_4579937.html
resim : EDA APAYDIN
http://www.flickr.com/photos/22630092@N05/3011492836/sizes/l/

kalpler seğirmeden ölüp gidecek miyiz?


Eski bir yazdan geriye kalan

Güneşin üstümüze düşürdüğü ışıklı notalardan derdimize deva olacak ilahi bir beste üretmeye çalışıyoruz. O eşsiz musikinin ipuçlarını bir araya getirmek muradımız. Kıpırtısız ağaç dallarındaki teslimiyeti, sulardaki tarifsiz sükûneti örtüştürebildiğimiz anlarda, derin, uzak ve ahenkli bir orkestranın ilk selamları geliyor kulağımıza. Gözümüzden ruhumuzun derinliklerine doğru düşen manidar seğirmeyi avuçlarımızın içinde korumaya alıyoruz. Evrenin en uzak noktalarına yöneltiyoruz cüretini bilediğimiz bakışlarımızı. Ve o sonsuz genişliğin bir benzerini arıyoruz kararaduran içimizde.

...

Günlerin ortasında dolanıp duruyorken; küçük iğneciklerini tatlı tatlı batırarak uyarıyor tenimizi güneş. Eksik kalan bütün şeylerin aslında tamamlandığını, tamam görünen her şeyin bir parça eksik kaldığını ve zamana yayılan tereddütlerin gerçekte en keskin cevaplar olduğunu fısıldayarak kulağımıza... Yapacak hiçbir şey bulamadığımızdan durup dinliyoruz bu ışıltılı söylevi. Hayatın tamamlanmış bir eksiklik duygusu olmaktan öte bir tad bırakmayacağını kavrayıveriyoruz en sonunda.

...

Küçüktüm hatırlıyorum, homurtulu bir kamyonun kasasına bir mahalle insan doluşup gittiğimiz kır gezmelerinin dönüşünde, bütün gün çılgınca koşuşturmaktan yorulan bedenimi kendi haline bırakır, güneşi kaybolmuş lacivert gökyüzüne dikerdim gözlerimi. Yaz gecelerinin başka hiçbir şeye benzemeyen bir bambaşkalığı vardır. Uzaklardan cırcır böceklerinin ya da başka kim bilir nelerin sesi varlığını havaya çiziktirir. Tatlı bir serinlik zamanın kol saatini kollayarak yavaş yavaş örter gündüzün kavurduğu hayatı. Herkesin bir parçası evinin dışındadır. İç avlularda, teraslarda, demirli balkonlarda, asmaların, söğütlerin, at kestanelerinin, mis gibi akasyaların ve ıhlamurların altındadır. Herkesin, her şeyin, her anın bir parçası... Hele bir kamyonun kasasında kırdan eve dönen bir çocuğun içinden, sallana kımıldaya gökyüzüne bakarken ve yıldızlarla birlikte sonsuzluğa doğru kayıp giderken... Buna benzeyen hiçbir başka derinlik bilmiyorum. Böylesine bir genişlik duygusuyla başka hiçbir yerde göz göze gelmedim. Başka hiçbir anında yaşamanın, böylesine masum bir hafifliğe bürünmedim.

Ama sonra geçti hepsi.

...

Günler hırpani çuvallara girerken, gökyüzü lacivert kadifeden elbisesini giyerken, akşam alacalarında kuş gölgeleri yiterken, anlar sonsuz girdaplarda dönerken, terkedilmiş çocuklar için için çağlarken, gizli gizli ağlarken, avuç içlerindeki çizgiler yılışık sarmaşıklar gibi uzayıp giderken, hiç iç geçirilmeyen, hiç gülümsenmeyen, hiç düşünülmeyen, hiç kaybolunmayan saatler ellerini kollarını sallayarak önümüzden gelip geçerken, şöyle bir dinlemeden, öfkelenmeden, kale burçlarından kağıt uçaklar uçurmadan, peşlerine takılıp gitmeden, titremeden, sigara dumanlarının ardına gizlenmeden, hiçbir şey değişmeden, hiçbir ağırlık yerinden kıpırdamadan, gözler seğirmeden, kalpler seğirmeden ölüp gidecek miyiz?

GÖKHAN ÖZCAN
-----------------------------
Belki alakasız gelebilir.
Ama bence değil.
kaynak :http://www.turkish-media.com/forum/index.php?showtopic=33937
resim : EDA APAYDIN
http://www.flickr.com/photos/22630092@N05/3011492836/

radyo