Hosgeldiniz...

...Biz Bir Aileyiz...

30 Aralık 2009 Çarşamba

YILLAR MI BİZİ, BİZ Mİ YILLARI ESKİTTİK...



Yıllar ne çabukta geçiyor…

Sanki bir kaydırağa bindirilmiş yıllar. Yokuş aşağı bırakılmış gibi fırtına hızıyla geçiyor yıllar.

Saatin çıt çıt dönen saniyeleri birikip yıllar oluyor hayatımızda ve bu yılları tüketiyoruz bir bir…

Ardımıza dönüp baktığımızda; Yapılamayanlar, erişilemeyenler, pişmanlıklar…

Hep geç kalmışızdır, varmak istediğimiz bir yerler oldu hep, koşuşturmalar…

Yaşadıklarımızı sığdırdık yıllara ve yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımızı…

Hadi bir umut olsa, gelecek yıllara erteleyebildiğimiz umutlarımız olsa acımayacağız geçmiş yıllara ama umuttan ziyade avuntular olunca, ayaklarımız pembe bulutlardan yere basınca yılların ziyan olduğunu düşünmemek elde değil.

Yıllar mı bizi eskitti, biz mi yılları…

Biz mi zamanı tüketiyoruz, zaman mı bizi, bir döngüdür dönüyor bütün ihtişamıyla…

Bedenimiz her geçen gün biraz daha bitkinleşiyor, ruhlarımız hakeza…

Yaşlanıyoruz velhasıl, dünyayı yaşlandırdığımız gibi.

Bu yıl da yine milyonlarca insan umutlarını piyangolara, kumara bağlamıştır eminim.

Binlercesi sarhoş, kendinde olmadan karşılayacaktır taze bir yılı…

Oysa her yeni bir yıl başlarken kar manzaraları ile süslenir dünyanın dört bir tarafı. Beyaz bir örtü giyinir bizimle birlikte yaşlanan dünya.

Yaşlanmış olsa da beyaz umutlarla geleceğe doğru yol alır. Beyaz bir sayfa açılır adeta, geçmişin üzerine sünger çekerek.

****

Ne kadar da hızlı geçiyor yıllar…

Bir bir yırttığımız takvim yaprakları ve bunlarla birlikte ardımızda kalan binlerce keşkeler…

İçinde sevgi, barış ve dostlukları barındırmayan amaçlarımız, girdaplarla boğuşarak geçirdiğimiz, paylaşmayı, sevmeyi bize unutturan onca yıl…

Bizleri yorgun düşüren fırtınalarla boğuştuğumuz yıllar bir bir geçse de bir mola verip, elimizi şakağımıza dayayıp düşünmeden sürükleniyoruz bir sonraki yıllara doğru.

Yarınlara doğru amansız bir yolculuktayız. Son durağa varış olacak elbette, jübilesi olacak bir gün bitmez, tükenmez sandığımız bu yaşantının…

Yaşanmamışların, doyumsuzluğun, keşkelerin olduğu hayatımızın da bir noktası olacak.

Yine kış aylarında yazın gelmesini bekleriz, yaz aylarında kışın gelmesini…

Gece sabahı bekleriz, gündüz akşamı.

Yıllar yine hızlıca geçecek, ardımıza dönüp baktığımızda ah çekeceğiz çaresiz.

İyisi mi daha iyi hatırlayabilmek için geçen yılları, bu yıl da bir fotoğraf çektirmeliyiz önümüzdeki birkaç sene sonra bakıp bakıp eyvah demek için.

Hani ilkokul yılları, ilk kravatla tanıştığımız lise, büyük bir gururla duvara astığımız askerlik fotoğrafları gibi…

Tıpkı sevmelerimizi bize hatırlatacak gülümseyen bir fotoğraf gibi.

Tıpkı hiç farkına varmadan objektife yakalandığımız dalgın bir fotoğraf gibi.

Hani gür ve siyah renkli saçımızla, yeni yeni terleyen bıyıklarımızla çektirdiğimiz fotoğraflarımıza bakıp ta ah çekiyoruz ya, onun gibi işte…

****

Hiçbir farkı olmayacak aslında geçmiş yıllardan ama bir yıl daha yaşlandık sonuçta.

Yaşanmamışların, doyumsuzlukların, keşkelerin en az olduğu, umudun ve sevginin yeşerdiği nice yıllara…


Fahrettin Çelik
www.samsathaber.com30 Aralık 2009 10:42

21 Aralık 2009 Pazartesi

3000 yıllık Firavun'un ibretlik görüntüsü



Londra British müzesinde bulunan 3000 yıllık Firavun cesedinin ayrıntılı görüntüleri ortaya çıktı. Secde eder vaziyette bulunan Firavun cesedi görenleri hayrete düşürüyor.

Firavun'un cesedi ilk olarak, Süveyş kanalı açılırken denizin kenarında küçük bir tepecikte bulunmuş ve Londra’ya getirilmişti. Görüntülerde Firavun'un saçlarının bir kısmının halen yerinde olduğu ve başının bazı azalarının etlerininde çürümeden durduğu görülüyor. Cesedin alın kısmında ise et kalmamış.

İBRET OLSUN DİYE MUMYALANMADAN KORUNMUŞ

Elleri ve ayakları secde eder vaziyette olan cesed diğer Firavunlar gibi mumyalanmamış. Fakat mumyalanmamasına rağmen tam 3000 senedir çürümeyen cesedin Allahü Teala'nın ibret olsun diye korunduğuna inanılıyor.

Tam bir ibret vesikası olarak vücudu hiç bozulmamış, etleri çürümemiş ve tüyleri dahi dökülmemiş şekilde ve secde eder vaziyette bulunmuştur. Firavun ölürken secdeye kapanmıştı. Kur`an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(İsrailoğullarını denizi yararak geçirdik, Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları [yarılan denizde] takip etti. Firavun denizde boğulurken, “İsrailoğullarının inandığından başka ilah olmadığına iman ettim, ben de Müslüman oldum” dedi. Ona “Şimdi mi inandın, daha önce isyan eden bir bozguncu idin” dendi. [Denizde boğulan Firavuna Allahü teâlâ buyurdu ki:] Senden sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için, bugün senin [denizdeki] cesedini [çürütmeden] çıkarıp [sahile] atacağız. Buna rağmen insanların çoğu âyetlerimizden gafildir.) [Yunus 90,92]

FİRAVUN VE HZ. MUSA'NIN HİKAYESİ

Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen isimdir. Mısır`a hakim olan 26 Firavun sülalesi vardı. Her sülalede çeşitli Firavunlar asırlarca hükümdarlık etti.
Musa aleyhisselam zamanındaki Firavun, [II. Ramses olduğu söylenir], 400 sene yaşamış ve ilahlık iddiasında bulunmuştu. Kendisine secde etmeyenlere ve Musa aleyhisselama inananlara işkence ve zulüm yaptı.

Musa aleyhisselam, Firavun`u dine davet etti. Firavun kabul etmedi. Yanındaki veziri Haman`a sordu. O da; “Musa, büyük sihirbazdır. Bizi aldatıp, ülkemizi elimizden almak istiyor” dedi. Böylece Firavun`un imana gelmesine mani oldu ve iman eden hanımı Asiye`nin de şehid olmasına sebep oldu.

Firavun, Musa aleyhisselamın mucizelerine inanmadı, kâfirlerin suları kan oldu, kurbağa yağdı, cilt hastalıkları oldu. Üç günlük karanlık devam etti.

Firavun bu mucizeleri görünce korktu. Musa aleyhisselam ile ona inananların Mısır`dan gitmesine izin verdi. Sonra Firavun verdiği bu izne pişman oldu. Askerlerle peşlerine düştü. Denizde yollar meydana geldi. Musa aleyhisselam da, İsrailoğulları ile birlikte denize girdi. Firavun ve askerleri, bunları yakalamak üzere denize girip takip etmeye başladılar. Kızıldeniz`in Süveyş kısmına gelince, denizdeki yollar kapanıp, Firavun`un askerleri boğulmaya başladı, Firavun da aynı akıbete uğrarken, hemen secdeye kapanıp, iman ettim dediyse de, boğularak askerleri ile birlikte öldü.

Firavun`un cansız cesedi asırlarca denizde kalmasına rağmen Allahü teâlânın kudreti ile çürümedi. Âyette de bildirildiği gibi, cesedi üç bin sene sonra sahile atıldı.

15 Aralık 2009 Salı

Birol Ve Gülsüm Koc'un Biricik Kizlari Yaren Hanim :)


Sitemize hos geldin Yaren.

Yaren'e ait diger resimleri ormek icin yukaridaki resme tiklayiniz..

8 Aralık 2009 Salı

72 milyon 7 yiğidine ağlıyor!..

FATİH YONCA (HATAY)

ŞEHİT ER ONUR BOZDEMİR (ADIYAMAN)


ŞEHİT SARIBAŞ (GİRESUNLU)

KEMAL PİDE (ORDU)

HARUN ASLANBAY (ADANALI)

ŞEHİT FERİT DEMİR (MUŞ)

CENGİZ SARIBAŞ (İSTANBUL)


2 Aralık 2009 Çarşamba

Video: Sebastian'ın Büyüsü




Kanada yapımı çok güzel bir animasyon filmi! Gerçekten de içimizde bir şeyler uyandıran, kendimizi "Acaba ben de yapabilir miydim?" diye sorgulamaya yönlendiren bir filim. Hayatımızda öyle anlar olur ki arkadaşlarımız için fedakârlık etmemiz gerekir. Türk atasözü de gerçek dostun kara günde, yani zor zamanlarda belli olduğunu söyler.

Fedakârlık paylaşmaktır, savurup dağıtmak değildir. Önemli olan, gereken zamanda en sevdiğimiz şeylerden bile vazgeçmektir, sevdiğimizi iddia ettiğimiz kimseler uğruna. Yoksa sevmenin anlamı kalır mıydı?

Sevgi bahaneler kabul etmez, sevgi içtenlik ister, özveri ister, fedakarlık ister. Bütün bunlar sevginin gerçekliğini oluşturan duygulardır. Malesef günümüzde sevgi ve bir çıkar beklentisiyle birisine bağlanmak arasındaki farkı göremiyoruz. Sevgiyi kendi yüreğinden bir şeyler vermek için değil de birisinden bir şeyler koparmak diye algılayanlar çoğaldı. Leyla ve Mecnunlar yerine Hollywood'un sahte sevgilileri empoze ediliyor gençlere, birbirinin ruhunu emen, birbirini kullanan.

Çocukluğumuzdan itibaren bize hep korkmayı öğrettiler. Televizyonlarda, gazetelerde, sokaklarda hep korku ve nefret aşılandı ruhlarımıza. Korkmayı, nefret etmeyi, acı vermeyi pek güzel öğrendik, ama sevmek konusunda geriye kaldık. Sevmek yeteneği hepimizin içinde vardır, ama yeteneğe sahip olmak yeterli değildir, onu tanımak, geliştirmek, güzelleştirmek, pekiştirmek gerekir. Sevelim sevilelim!

kaynak :http://www.seferjan.com/2009/08/video-sebastiann-buyusu.html

Acı, İyileşmeniz İçin Bir İlaçtır

Ve bir kadın, "Bize acıdan bahset." dedi.

Ve o cevap verdi: "Acınız, anlayışınızı saklayan kabuğun kırılışıdır. Nasıl bir meyvenin çekirdeği, kalbi Güneş'i görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz. Ve eğer kalbinizi, yaşamınızın günlük mucizelerini hayranlıkla izlemek üzere açarsanız, acınızın, neşenizden hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz.

Ve kırlarınızın üstünden mevsimlerin geçişini kabul ettiğiniz gibi, aynı doğallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylıyacaksınız. Ve kederinizin kışını da, pencerenizden huzur içinde seyredeceksiniz.

Acılarınızın çoğu sizin tarafından seçilmiştir. Acınız, aslında içinizdeki doktorun, hasta yanınızı iyileştirmek için sunduğu "acı" ilaçtır. Doktorunuza güvenin ve verdiği ilacı sessizce ve sakince için. Çünkü size sert ve haşin de gelse, onun elleri Görülmeyen’in şefkatli elleri tarafından yönlendirilir. Ve size ilacı sunduğu kadeh, dudaklarınızı yaksa da, O'nun kutsal gözyaşlarıyla ıslanmış kilden yapılmıştır."

Halil CİBRAN

kaynak :http://www.seferjan.com/2009/08/ac-iyilesmeniz-icin-bir-ilactr.html

Aşk Olgunluktur

Siz herkesi sevmeye çalışın; ama herkesten sevgi beklemeyin. Sizi sevmeyecek ya da sevemeyecek birileri daima olacaktır. Sizi sevmesi mümkün olmayan insanların sevgisizlikerinde kaybolmayın. Çalınan her kapı açılmayabilir. Belki içerde kimse yoktur... İçinde kimsenin yaşamadığı evlerin kapısında öylece kalıp duracak mısınız? Orada geçireceğiniz zamanı, açılan kapılara, sizi sevenlere ayırın. Dostluklarınızı, sevgilerinizi derinleştirin, olgunlaştırın.

Ancak sevilmemeniz, hakkınızdaki yanlış hükümlere dayanıyorsa bunu düzeltmek için gerektiği kadar çaba göstermeniz gerekir. Hakkınızdaki yanlış kanaatlerin birikmesine izin vermemelisiniz. Daima kazanabileceklerinizi kazanmaya çalışın. Fakat, olumlu yaklaşımlarınıza cevap alamayacağınızı kesinlikle anladığınızda, derhal kazandıklarınıza dönün.

Zaten siz insanları gerçek bir derinlikle sevdiğinizde, onların sizi sevmemelerinin bir önemi olmayacaktır. Sevginize güveniyorsanız, sevgisizliğe tahammül edebilirsiniz. Sevilmemeye tahammül edemiyorsanız, gerçekten sevmediğinizi söyleyebilirim.

Bütün bunların dışında, çok sevdiğiniz bir insan sizi sevmiyor olabilir... Böyle bir durumda sevginizi karşılıksız bırakan insanın tereddütlerini, itirazlarını, nihayet sevgisizliğini sevebiliyorsanız, o insanı, onun sizi sevmemesini bile sevecek kadar seviyorsanız, işte bu gerçek aşktır.

Aşk ise olgunluktur.

Hayata aşk olgunluğu ile bakmaya ne dersiniz?

Recep Şükrü APUHAN

kaynak:http://www.seferjan.com/2009/09/ask-olgunluktur.html

Hayallerimizin Önündeki 7 Engeli Aşalım


Hayal etmek ve hayallerinin peşinden gitmek insanoğlunun kaderidir. Fakat bazen bu kader yolculuğu engellere takılabilir, başarısızlık vadisine sapabilir. Hayallerimizin önüne çıkan engeller bizi vazgeçirmemelidir. Bunun için de bu engellerin ve mahiyetlerinin farkında olmamız gerekir. Engelleri tanımak bize çözüm yollarını da açacaktır, tıpkı teşhisin tedaviyi belirginleştirdiği gibi. Gelin hep birlikte, rüyalarımızın gerçekleşmesine izin vermeyen bu engelleri inceleyelim, öğrenelim ve aşalım.

1 – Kararsızlık
Maymun iştahlılık, ne istediğini bilemezlik, belli bir hedefe odaklanamamak, bunların hepsi insanın kararsız olmasından kaynaklanır. İnsan bu aşamada kendi içine dönüp gerçekten ne arzuladığını, geleceğini nasıl görmek istediğini sorgulayarak kendine değişmez hedefler koymalıdır. Gideceği yönü bilmeyen bir kaptan, yerinde kalıp gemisini çürütür.

2 – Kötümserlik
Geleceğe inanmamak, onu kötülük ve başarısızlık dolu bir yer olarak tasavvur etmek, hayallerimizin önünde en büyük engeldir. Kötümserlikle birlikte ümitsizliği de gelir, insanın enerjisini emen kara delik gibi hayaller peşinde koşmamız için gereken gücümüzü bitirir. Geleceğe umutla, güvenle, inançla bakmak bu engeli aşmak için çok önemlidir.

3 – Korku
Geleceğin belirsizliğinden ziyade, olası başarısızlığın vereceği acıdan korkar insan. Hedefe ulaşamamanın, kaybetmenin, yıkılmanın, iflas etmenin acısı insanı korkutur. Böylece ne bir teşebbüste, ne de bir girişimde bulunur, doğal olarak arzuladıklarını elde edemez. Bilinmesi gereken şey, bu acının kötü bir şey olmadığıdır, insanı olgunlaştırdığıdır. Başarısızlıktan ders alabilmek de bir başarıdır, çünkü acıyı yaşarız, olgunlaşırız, ders alırız. Hedeflerimize doğru yürürken cesurca korkularımızın üzerine -korksak bile- gitmek zorundayız.

4 – Aşağılık Duygusu
Maalesef insanın içinde bir kişisel sınırlama duygusu vardır, “Ben bunu yapamam, edemem, başaramam.” İnsan kendisini gerçekten olduğu/olabileceği konuma göre değil de, dışarıdan (veliler, öğretmenler, arkadaşlar) algıladığı sinyallere göre değerlendirmeyi öğrenmiştir. Hâlbuki insanın potansiyeli, onun/çevresinin düşündüğünden çok daha yüksektir. Hayallerimize ulaşmak ancak kendimize inanarak, özgüvenimizle mümkündür.

5 – Kibir
Aşağılık duygusunun hedeflerimize ulaşmamızı engellediği gibi, kibirlenmek de insanı yarı yolda bırakır, hem de hiç ummadığı anda. Kibir, insanın yaptıklarıyla aşırı derecede gururlanmasını ve yaptıklarını mutlak doğrular olarak görmesini netice verir. Burnu havada olan kimse önündeki çukuru bile göremez. İnsan hedeflerine doğru yürürken sürekli bir muhasebe içinde olmalıdır, gerçeklikten ve doğrulardan uzaklaşmamalıdır. Birisinin tavsiyesine kulak asmayı ve söylenenleri sorgulayıp alçakgönüllülükle hareket etmesini bilmeliyiz.

6 – Tembellik
Hiçbir şey yapmadan bir şeyler elde etmek imkânsızdır. Allah başka hiçbir ayrım yapmaksızın sadece çalışanlara verir. Hedefe doğru yürümenin anlamı zorluklardan geçmek, çalışmak, ter dökmek, yorulmaktır. Tembellikte çare arayanlar başarı tohumunun yeşermesini, rüyalarının çiçeklenmesini asla göremeyeceklerdir. Ulaşmak istiyorsak çalışmaya mecburuz.

7 – Unutkanlık
İnsan hedeflerine doğru yürürken çeşitli sınamalardan geçer, yeni şeyler öğrenerek başarı yolunda değerli deneyimler edinir. Bu deneyimler sonraki sınama aşamalarında insana yardımcı olur. Fakat insan unutkan bir varlıktır, ders alması gereken olayı unutur, hatırlaması gereken kuralı unutur, deneyim hazinesinden azar azar kaybeder. İnsanın bu açıdan sürekli uyanık olması gerekir. Yaşayıp, okuyup, dinleyip öğrendiğimiz hayati bilgileri/gerçekleri sürekli aklımızda tutmalıyız.

Sonuç:
Hedeflerimizin önünde birer set gibi duran, ama hepsinin başlangıcı ve çözümü içimizde olan bir sürü olumsuz duygumuz vardır. Aslında bu duygularımızı tanıma adına attığımız her adım bizi hayallerimize ve hayallerimizde aradığımız mutluluğa daha da yakınlaştıracaktır. Hayaller peşinden giderken karşımıza çıkacak engellerden çekinmemeli, onların ruhumuzu felç etmesine izin vermemeliyiz. Yunus Emre’nin bu sözünü her zaman aklımızda tutalım: “Dağ ne kadar yüksek ise yol onun üstünden aşar.”

Sefer JAN

kaynak :http://www.seferjan.com/2009/10/hayallerimizin-onundeki-7-engeli-asalm.html

Ne gribisiniz öğrenin!

Resmi daha büyük görmek icin, resme tiklayiniz...

kaynak :http://www.milliyet.com.tr/Yasam/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&KategoriID=17&ArticleID=1168680&Date=02.12.2009&b=Ne%20gribisiniz%20ogrenin#

25 Kasım 2009 Çarşamba

Kurban Bayramı Üzerine....


Kurban Bayramı, Hz. İbrahim ve İsmail'den günümüze kadar, hep bir kahramanlık, bir fedâkarlık, bir hasbîlik ve bir teslimiyet sembolü olagelmiştir. Kurban Bayramı, tıpkı orduların savaşa gidişi gibi gürül gürül tekbirlerle gelir ve bir velvele olur, her yanda yankılanır. Onda hem bir mûsiki ve şiir hem de muharebelerin bin tarraka ile gürleyen hakkı ilan sesleri içiçedir.

Kurban Bayramında evler-sokaklar, ma'bedler, dağlar, taşlar tekbirlerle lerzeye gelir inler. Minarelerden yükselen temcidler en bayıltıcı nağmelerle, dalga dalga tâ evlerimizin içine kadar gelip yayılırken, köy-kent, şehir-kasaba, ova-oba, koyun-kuzu meleyişleriyle sarsılır. O kutlu zaman diliminde hemen herkes, herşey ve heryer âdeta dile gelir ve konuşur. Arafat bir mahşer gibi kaynar ve köpürür, bir hesap meydanı gibi endişe ve ümit soluklar.. Müzdelife, Mîna yoldakilerin telaş ve tedarikiyle uğuldar.. Ka'be, sinesi hasretle yanan gufrana susamışların nabzı gibi atar.. ve bütün bu sesler, soluklar Hakk karşısında divan durmuş inleyen en mükerrem kulların çığlıkları gibi gider verâların kapılarına dayanır. Sanki ebediyet gamzeden bu seslerle, hislerimizin sınırsızlığını, hülyalarımızın sonsuzluğunu edâ ediyormuşuz gibi, duygularımızın bütün hazineleri açılır.. ve bütün mahrem hislerimiz bağı kopmuş tesbih taneleri gibi dörtbir yana saçılır. Her yanda köpürüp köpürüp Hakk katına yükselen bu sihirli sesleri duyup ve gönüllerimizde cennetler gibi esen şevk ü tarâbı yaşadıkça, aşktan, şevkten ve bayramın büyüsünden süzülmüş diriltici bir iksiri içiyor gibi oluruz.

İmana mazhariyetin, Hakk'a kulluğun, kullukta şuûrun gönüllerimizi yükseltmiş bulunduğu zirvelerden yürüdüğümüz yolu seyreder, kader kitabımızı okur "İşte kitap bu!" der ve talihimize tebessümler yağdırırız. Bu mazhariyet ve mevhibelerin tadı, lezzeti ruhlarımızı o kadar yumuşakça sarar ki, gözlerimiz şükranla açılır-kapanır, duygularımız baharlar gibi yeşerir.. derken ruhlarımıza gelip vâsıl olan ilham ve ruhlarımızdan ötelere yükselen inayet kanatlı duâlar, münâcâtlar, sızlanışlar, âdetâ tabiatlarımızı aşan semâvî bir ma'nâ, bir hâl ve bir te'sire ulaşır. Öyle ki, her yeni saat, her yeni dakika, her yeni iş, her yeni imkan daha derince yaşanmaya, daha şuurluca değerlendirmeye layık birer kıymet alır; alır da, rûhânî zevklerle coşmuş vicdanlar "lûtfunu arttır Allahım!" der daha da mest olmak isterler.

Bayram günleri, din ve meşrû âdetlerin ferah-fezâ ikliminde ibadetlerle hazza ve rûhânî hazlarla ibadet neşvesine büründükçe, yepyeni bir varlığa erdiğimizi, ebedîleştiğimizi, sinelerimizin kevn ü mekanlar kadar genişlediğini ve şuurlarımızın ilâhî varidatla aydınlandığını daha açık-seçik duyar.. ve maddiyatımızın bütün bütün çözüldüğünü, tamamen manevîleştiğimizi sanırız.. sanınz da, hep imanın gönüllerimize saldığı ezelî vaadlere doğru akarız.

Bayram günlerinde yaşadığımız dolu dolu duygularla çok defa kendimizi havada uçuyor veya neş'eli, ahenkli ve pürüzsüz bir yolla ruh iklimine doğru kayıyor gibi oluruz. Bazen gökyüzünde hiç kanat çırpmadan sağa-sola süzülen kuşlar gibi, bazen ağaçların başlarında ince ince salınan dallar gibi, bazen de rüzgârların dokunmasıyla yatıp kalkan, yatıp kalktıkça da, çevreye kokular salan çiçekler gibi incelir, zarifleşir ve şiirleşiriz.

Bazen bütün bütün rikkate gömülür ve duyduğumuz her tekbir, her tehlil, her uhrevî ses ve sözle kendimizi öyle bir ağlamaya salarız ki, tepeden tırnağa sırılsıklam oluruz. Bazen pür-neş'e kesilir ve kendimizi havâî fişeklere binmiş ışık ışık gökyüzünde dolaşıyor sanırız.. bazen de sihirli bir seccade üzerinde yıldızlar arası seyahat ediyor gibi oluruz. Bazen koyun-kuzu meleyişiyle rikkate gelir, duygulanır ve bir kısım tuhaf hislerin te'siriyle içten içe mumlar gibi eririz.. bazen de bunları o kadar tabiî, yerli yerinde ve baş döndürücü bir ahenk içinde görürüz ki, "böylesinden daha mükemmeli olamaz" der kaderin sırlı nakışları karşısında büyüleniriz.

Bazen minarelerden yükselen temcidler, ezanlar, câmilerden taşıp dörtbir yanda yankılanan tekbirler, kur'ânlar ve bunların vicdanlarda meydana getirdiği aks-i sadâlar öyle şiirleşir, öyle insanların içine akar ve onları büyüler ki; zannediyorum gönül dünyamızda hiçbir zevk ne bu derinliğe ulaşabilir ne de bu müessiriyete. Hele bu ses ve bu sözlere bir fon müziği gibi seher yeli de karışıp esince heyecanlarımız tarif edilmez bir noktaya ulaşır, hislerimiz de bir tûfan halini alır.

Husûsiyle hacc esnasında hemen her yerin umûmî lisanı ve umûmî şîvesi olan "tekbir"ler ve "telbiye"lerle en gizli düşüncelerimizi, en muhterem kanaatlerimizi en yüksek bir âvâz ile ilân ederek ve en mahrem hislerimizi en yakıcı nağmelerle dile getirerek âdeta bir mahşer provası yaparız. Bu çok mûnis ve o kadar da ürperten tablolar karşısında, bu alabildiğine derin ve o kadar da fıtrî sözlerle hep ayrı ayrı yerlerde dolaşır, ayrı ayrı vazifeler yaparız ama, her zaman arkamız cehennemlere dönük, gözlerimiz cennetlerin tüllenen şafaklarıyla mest, kalplerimiz de ilâhî rıdvân avında olarak...

İşte bu duygularla bütün bütün hudutlarımızı aşarak, bitevî hodgâmlıklarımızdan sıyrılarak, tahtlarımızı kalb ve ruhun ufkuna kurar, dünyaya bakan yönleriyle beden ve cismâniyetin küllerini sağa-sola savurur ve vicdanın bir köşesinde muhâfaza ettiğimiz cennetten getirilmiş kıvılcımları bir kere daha tutuşturur.. ve o alev, o harâret, o ışık altında bu yeni varlığımızı yürekten selamlar, bahtımıza tebessümler yağdırırız.
kaynak : Sızıntı Dergisi, 1992: Sayı :160
http://www.hikmetbahcesi.net/2008/11/kurban-bayram-zerine.html
http://hsn.bloggum.com/resim/untitled-2.html

15 Kasım 2009 Pazar

Ortasını Geçtik Ömrün Hey Gidi Hey...


Sanki uzaktan duyduğu bir türkünün izini kulaklarıyla değil de gözleriyle sürüyordu.Morarmış yaşlı dudaklarının arasından güçsüz nefesinin üfürdüğü sigara dumanları seksen beş yıllık bir ömrün başlangıcına zavallı kalıyordu.Masamdaki kitapların ve okuma telaşımın arasına usulcacık sokulan gelişleri “Rahatsız olma evlat, oku sen.” der gibiydi.O geldiği için ayıp olacağını düşünerek okumaya ara verdiğim zaman, iyice tedirginleşiyor, varlığıyla bana zarar verdiğini düşünerek bazen de gelmiyordu yanıma.Böyle durumlarda tüm ahalisi yaylaya göçmüş yalnızlığa nöbet tuttuğu odasına gidiyordum hemen.Tavuklar su içsin diye hafifçe açık bıraktığı çeşme de onun bana yaptığını taklit ediyor gibi varlığıyla kimseyi rahatsız etmemeye çalışıyordu.Usulca kapıyı açıp içeri girdiğimde televizyon izlerken uykuya geçmiş olduğunu görüyordum.Karnına çekili ayaklarının arasına ellerini sıkıştırmış, ayak uçlarında terlikleri.Böyle durumlarda hiçbir yere ilişmeden geçip otururdum karşısına.Solmuş yanaklarından geçen koyu damarlar, boğazında ters yönlere çekiliyormuş gibi gerilmiş duran pörsümüş derisi sanki ölüme korkusuz hazır bulunmanın çağrısı gibi duruyorlardı.Ölüm neydi? Neden yaşlı insanlar kendilerini ölüm kulübünün doğal bir üyesi gibi görürlerdi?

O an aklıma Cahit Sıtkı’nın Otuz Beş Yaş şiiri düşer, içten içe söylenir dururdum.Hani çoktan geçtiğim o yaş.Şimdi karşımdaki divanda çocukça uyuyan ve seksen beş yıllık ömrü beni genç kılan ölüm beklentili bir ihtiyar için neyi ifade eder ömrün yarılığı? Dante İlahi Komedya’yı yazarken otuz beş yaşındadır.Hayatında ne yapacağını,nereye doğru gideceğini bilememektedir.Kararsızlığın zulmüdür yani çektiği.Hıristiyanlığa bağlı bir şairdir Dante ve kutsal kitapta ortalama insan ömrü yetmiş yıl olarak ifade edilir.Ömrünün ortasında olduğunu düşünme sebebi de budur.İşte Cahit Sıtkı’ya “Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.” dizelerini söyleten ve ömrün ortasında oluş söyleminin yakın anlamı üzerinden Dante’nin kutsal kitaptaki uzak anlamına tevriye güzelliği açan söyleminin kaynağı buradadır. “Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,” Çok mu umutsuz bulunur Cahit Sıtkı bilemem ama insan mezar taşına yazdığı bir kıtalık şiiri çay içer gibi bir doğallıkla söylüyor ve tembihte bulunuyorsa bence haklıdır derim Cahit Sıtkı.Evet yaş seksen beştir.Eski bir köy düğününde karşınızda halay tutmuş sevgilinize bakar gibi bakarsınız tümüne ömrünüzün…

Nesim’in yoktur vallah kardaşı
Çekildi köyünden eşi yoldaşı
Birgün de tikerler mezaran taşı
Hay gidi dünya, hay gidi dünya…

İyi ki ilgisini çekecek halk şiiri tarzındaki bir kitabı koymuşum masaya.Bu dörtlüğü yazdırdıktan sonra gözlerimdeki yaşla yüzüne bakıp mahcup olmamam için kitabın sayfalarına dalıyor hemen. Bir horoz ötüyor o an.Gökyüzüne mahşer bir yeşil salmış ceviz ağaçlarının arasından kumrular uçuşuyor.Birden hayatın ne kadar genç olduğunu duyumsuyorum.Gözlerimden bir ana, bir de teyze geçiyor.Hele şu Camuşlu’nun mezarlıkları…Yeşil diz boyu.Sanki hiç ölmemiş gibi birazdan kalkacak erkekler.Ellerinde eski rus tırpanları.Bir türkü tutturup dövecekler öylece.Sonra kadınlar ve annem ve teyzem kurumasın diye ceplerindeki yemlikler inip dereye su çileyecekler yamalı peştamallarına.Sonra tırmıklar alınacak.Hayallerine genç kızlığın utangaçlığını katarak baygın ot kokusunu biriktirecekler ellerinde.Sonra tekrar salâ sesi.Hiç kimse dönmez eski evine.Dere akar akar hiçbir şey olmamışçasına..
Halis yanında oturdu
Kur’an’ı okuyup bitirdi
Komşular aldı götürdü
Hay gidi dünya, hay gidi dünya..

Hep böyle olmaz mı? Komşular alır götürür..Son umut imamın telkinini beklersiniz.Size inattır sanki yaptığı.Sus pus olur.Ne kalacam, ne gelecem, derler.Bir şeyler söylesem, telaşlandırsam: Anne süt taşacak, abim gurbetten döndü, dayım ölmemiş diyorlar, desem ve yine beklesem..Hayır dönmediler.Hiç bir söz tekrar eve getiremedi onları.Ne olur bir kuş evet sadece bir kuş dönse tepemde o an.Mesela şu yamaçta kuzu otlatan çocuklar bir okul şarkısı tuttursalar.Kalkıp vişne tadına yatırabilsem yüreğimi..Hay gidi dünya,hay gidi dünya..

İki küçük valizden sızan ayrılık hüznünü, kitapları topladığım masaya taşıdığım zaman geç kalmış bir sığırcık, yavrusunu yeni uçuruyordu.İkimizin aklından geçen aynı şeydi: "Gelecek yıl yine buraya gelir mi bu sığırcık?"
Ve akıl denen bu acımasız mahlukattan o an nefret ediyorum ki : "Gelen yıl ben olacak mıyım?" Sorusunu aynı anda ikimizin de gözlerine taktığı için.

Vahdettin, oğul.., dedi.Duraksadı biraz.Alışılmışı bozup elini öpmedim bu kez.İki genç arkadaş gibi yanaklarımızdan öptük birbirimizi.Keşke konuşsaydı.Susması daha çok acı verdi.Ellerini iyice sür bana,dedi.Gelemezsen tabutuma dokunmuş olursun.
Bekleyen minibüse yürüdüm.Çil armutlar tek tük düşüyordu dallardan.Sonbahar da nasıl erken geldi bu yıl.Ölüm, seni yazıyorum.Rahat olabilirsin.Zulanda bir can var nasılsa.

kaynak : http://www.kagizman.net/hayata-kirik-not-veriyorum-vahdettin-yilmaz/52013-ortasini-gectik-omrun-hey-gidi-hey.html
resim:http://serefsayman.com/uploaded/hey%20gidi%20g%C3%BCnler%20hey.bmp

12 Kasım 2009 Perşembe

Yanan kızın ilk sorusu ağlattı!.... yorumsuz...

İstanbul'da teröristlerin belediye otobüsüne attığı molotof kokteyli sonucu yanan genç kız, konuşamıyor, özel mamalarla besleniyor. Serap'ın ilk sorusu "Sınava nasıl gireceğim ağabey" oldu. Doktorlar, "Kolundan, bacağından, karnından alınacak canlı derilerle yüzüne yama yapacağız. Uzun bir tedavi süreci olacak" diyor.



İstanbul Küçükçekmece’de geçen pazar günü üniversite sınavlarına hazırlanmak için gittiği dershane dönüşünde bindiği belediye otobüsüne yapılan molotoflu saldırıda yaralanan 17 yaşındaki Serap Eser’in tedavisi sürüyor. Genç kızın sağlık durumunun ciddiyetini koruduğu belirtilirken, önümüzdeki günlerde cerrahi müdahale yapılması planlanıyor. Ailesi ise hastane önünde biricik kızlarının sağlığına kavuşacağı günü bekliyor.

’Onun hayallerini yaktılar’

Serap’ın yanından bir an bile ayrılmayan ağabeyi Ümit Eser, kardeşinin bir an önce iyileşmesi için bir yandan dua ediyor, bir yandan da teröristlere lanet yağdırıyor: “Babam kardeşimi almak için durağa gitti ve aradan beş on dakika geçmeden bana telefon etti. Hemen durağa gel dedi koşarak gittim. Kardeşimin yüzü üstü başı yanmıştı. Sırtını parmaklıklara dayamıştı. Yanına gittim beni görünce, ’ağabey ben sınava girecektim şimdi ne olacak’dedi. O anda bile kardeşimin aklında geleceği vardı. Hayallerini yaktılar kardeşimin.



Tüm vücudu sargı içinde

Serap Eser’in tedavisi halen Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yanık Yanık ve Kronik Yara Tedavi Merkezi’nde sürüyor. Hastanenin başhekimi Doç. Dr. Alper Cihan, şu anda Eser’in durumunun stabil olduğunu söyledi. Genç kızın bu gibi durumlarda önemli olan üç günü atlattığını dile getiren Dr. Cihan, “Genel sağlık durumu iyiye gidiyor. Ama vücudu her türlü enfeksiyona çok açık. Şu anda tüm vücudu gözleri ve ağzı haricinde sarılı halde. Yanıklardan dolayı tüm vücut şiş. Şişlerin inmesini bekliyoruz” dedi.

kaynak :http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=215257

10 Kasım 2009 Salı



resim : kariyer.net&secretcv.com

29 Ekim 2009 Perşembe

sevenler üzerine...

kimileri sevmek için gelir dünyaya.öyle sadece birini değil, herşeyi sevmek için!
kelebekleri,zamanı,zamansızlığı,kedileri,denizi,gemileri,yağmuru,ayakkabı boyacılarını,
sokak çocuklarını...ve bu herşeye öylesine bağlıdırlar ki asla ihanet etmezler.
edemezler! ne eski kıyafetlerini ne de yırtılmış sinema biletlerini atabilirler.
incinseler bile kimseyi çıkaramazlar o koca dünyalarından. yalnız kalmaktan ölesiye korkarlar. hiç yalnız da kalmazlar aslında,yanlarında sevgilerini umarsızca tüketecek aç akbabalar gibi bekleyen birileri muhakkak vardır. ama içten içe yalnızdırlar. dünyanın en yalnız adamı ve ya kadını yine de onlardır. gece başlarını yastığa koyduklarında uyku arka kapıdan gizlice kaçar gider. ağır gelir düşünceler ve bir bir yastığa konur.önce pişmalıklar irdelenir,özlenenler yad edilir,hayallerse hiç son bulmaz..sonra kalkıp bir sigara daha içer her yeni nefeste yeni sözler verilir kendine. "sigarayı bırakacağım" la başlar bu sözler.vicdan biraz hafifler,yastık biraz hafifler. vakit denilen o atlı sabaha ulaşmak üzereyken gözler kapanır. şafak göreceli bir kavram değil midir zaten..
yeni bir güne uyandıklarında ise içlerinde gecenin kırgınlığı ya da yenilerin umutları vardır. en kötüsü de kırgın uyanmaktır. kim demişse saçmalamış ,"uyuyunca unutulur kederler" diye. yine yeniden herşeyiyle bir gün daha başlar. tarihleri birbirine karışmış günlerden biri daha. sevmeye devam ederler yorulmaksızın. denizi izler bir çay içer gülümserler, çiçek satan kadınların hayatını dinler "ah bu şehir..." derler birlikte.
sevgileri o kadar fazlalaşır ki.sığmaz bu herşeye.artık içlerinde hep bir aşk taşımaya başlarlar. pencere buğusuna çizilen çöp adamlarda bile o aşkın izi vardır. bir şarkı da hüzünlenirken,bir çocuğu öperken,özlerken,ağlarken,sevişirken,film izlerken,yürürken hep bir aşkın izi... fazladır bu insanoğluna. ama sevgin aşka döndüğünde tek şeritli bir yola girmişsindir.geri dönüşü yoktur. ya gideceksin,ya öleceksin... aşk fısıldar "ölüm kolay,savaşmalısın!" ve düşe kalka yaşarlar bu hayatı. içlerinde her geçen gün mikroplu bir hastalık büyür durur,aşk yayılır tüm vücuda. öyle bir derttir ki bu devası bir başka bedende gizlidir. bir başka ruhta gizlidir. "bir" olmaya hazır olmayan niceleri gelir gider. her giden bu hastalıktan biraz götürür. ama azalmaz aşk.gidenlerin açtığı boşluklar daha ızdıraplı bir halde dolar. gerçeği bulmak isterler ama korkarlar gerçek geldiği an bir daha aynı kişi olamayacaklar. acıdan ödün verecekler. o mikrobu hakedenlerden de ,sanki çok değerliymiş gibi saklarlar. yine kendileri ve aşklarıyla başbaşa kalırlar.
onlar hayatı tüm soğukluğuyla bütün zerrelerinde yaşarlar. "keşke" ler ile dolu sayfalar onları üzmez.çünkü bilirler bir daha gelseler bu yaşama yine aynı kişi olacaklar.
yalnızlığın bile iki kişilik oldugu bu şehirde aşk onlar için hep tek kişiliktir. ama umutları, sevgileri ve gülümsemeleri hiç tükenmez.


kaynak : http://karanlikyagmur.blogcu.com/sevenler-uzerine_26471631.html

Her İnsan Öldürür Yine De Sevdiğini...



Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!

Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.

Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
Kimi satar kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Herkes öldürebilir sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez.

(…)


Oscar Wilde
Çeviren : Tozan ALKAN

28 Ekim 2009 Çarşamba

Yaşasın Cumhuriyet ....... :)





resim : http://www.secretcv.com/

20 Ekim 2009 Salı

Lev Tolstoy: İnsan Ne İle Yaşar


Hayatımızın bazı dönemlerinde sorgularız kendimizi; “neyle yaşarız, neden yaşarız” diye… Herkesin çevresine, hissettiklerine ve umutlarına göre yaşama nedenleri, haklı-haksız gerekçeleri vardır.

Çok büyük hâyâllerimiz de olur bazen, karamsar hâl aldığımız günler de. Ama; mutlaka bir şey ararız yaşam için; yaşama kendimizi, kendi içimize yaşamı katmak için…

Lev Tolstoy; tüm insanlığı ilgilendiren bu önemli olgu üzerinde durduğu İnsan Ne İle Yaşar adlı kitabında, açıklıyor, gerçekten yaşıyorum veya yaşıyorum demek için neler yapmak gerektiğini. Rus yazar, insanın yaşamını sevgi ile aynı orantıda görüyor. Ne kadar seviyorsak, o derece yaşamdan tat alabiliriz fikrini birçok defa vurguluyor.

“Biz kardeşleri sevdiğimiz için, ölümden yaşama geçtiğimizi biliyoruz. Sevmeyen ölümde kalır.” (Yuhanna’nın 1. mektubu, 3. bölüm)

Sevgiye en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde Tolstoy’u okumak, bana yeni değerler kattı dersem yanlış olmaz, hatta eksik kalır. O’nun satırlarında, az ile yetinmeyi öğreniyorsunuz. Tüm olumsuzluklara ya da kazancınızın az olmasına rağmen elinizdekilerle, onların kıymetini bilerek dünyanın en mutlu insanı olmayı başarabiliyorsunuz. Tıpkı; bir köylüden alacağı olan Semyon’un, borcunu alamaması ve dolayısıyla düşlediği koyun postundan paltoya sahip olamamasına rağmen, mutlu olmasını bildiği gibi…

“Koyun postumdan paltom olmasa da hiç üşümüyorum. Biraz içki içtim, o da şimdi tüm damarlarımda dolaşıyor. Koyun postuna ihtiyacım yok.”



Yazar, farklı yerlerde, insan yaşamı için gerekli olan diğer şartları da belirtiyor bizler için.

“Sevgi Tanrı’dandır ve seven herkes Tanrı’dan doğmuştur ve Tanrı’yı tanır. Sevmeyen kişi Tanrı’yı tanımış değildir; çünkü Tanrı, sevgidir.” (Yuhanna’nın 1. Mektubu, 4. Bölüm) Tolstoy, yaşamı bütünüyle ele aldığı bu derslik romanında; paylaşımdan, Tanrı sevgisinden, az ile yetinmekten bahsediyor. Tam da bizler, bu değerleri kaybetmek üzereyken…

“… Kadın, kendisinin olmayan çocuklara duyduğu sevgiyi gösterip ağlayınca, içindeki Tanrı’yı gördüm. O anda insan ne ile yaşar anladım…” Hep birlikte düşünelim; içimizdeki sevgi, paylaşım ve yetinme Tanrı’larını” çıkarmanın zamanı gelmedi mi? Kendimiz, çocuklarımız ve bizden sonrakiler için temiz bir dünya yaratmak istiyorsak; paylaşım duygularımız, zor zamanlar hariç (sel, deprem, yangın vb.) pek rastlayamadığımız birlik duygularımız iyice tükenmeden, yaşamın kaynağını bulmak adına bir kere daha düşünelim: İnsan Ne İle Yaşar…

kaynak : http://www.bilgiagi.net/?p=9015

İNSAN NE İÇİN YAŞAR?


bir insan ne için yaşar? bu sorunun çoğu zaman kendimize sorulmasını istemeyiz çünkü cevapı çok çeşitlidir.gelin bizde bu sorunun cevabını hep beraber arayalım ve insanın yaşama gayesini anlamlandıralım.....



İNSAN NE İÇİN YAŞAR?

Hayat bir şiirdir kimi zaman,
Kafiyeli olsun ister insan,
Ama istek olmaz her zaman,
İşte o an kafiye için yaşar insan.
Hayat bir sudur kimi zaman
Kah bardakta, kah sürahide
Bazen çeşmeden akar
Bazen nehirde:hızlı ve durduruamaz,
Akar ve gider.
Akan su ne toplanır ne geri alınır.
İşte o suyu damladığı noktada
tutmak için yaşar bazen insan.
Hayat avuç içindeki çizgidir kimi zaman
Ve o çizgi derinleşir çoğu zaman!
İşte o çizgiyi yok etmek için yaşar bazen insan.

öMER söNMEz



kaynak : http://www.facebook.com/group.php?gid=30207903346

15 Ekim 2009 Perşembe


Nükleerle Yaşamaya Hazır mısınız? from Greenpeace Akdeniz on Vimeo.



Nükleer ile yaşamaya gerçekten
hazır mısın?


Türkiye neredeyse 50 yıldır nükleer enerji ile zaman kaybediyor. Gelen her yeni hükümet daha ucuz, tehlikesiz ve çağdaş seçenekler yerine bu küflenmiş yemeği yememiz için tekrar tekrar önümüze koymaya çalışıyor.

Nükleer santral planları gerçek çözümlerin önünde duran dev bir bariyer. Dünya bambaşka bir yola girerken biz dünyanın en pahalı ve en tehlikeli enerji üretme yöntemine saplanıp kalmış gibiyiz.

Greenpeace olarak bugün ülkemizin enerji geleceğinin önünü tıkayan bu engeli kaldırıyoruz ve nükleer ile yaşamak istemeyen 1 milyon kişiyi biraraya getireceğimiz “I Lovve Nuclear” kampanyamıza başlıyoruz. Çünkü hiç bir politikacı 1 milyon kişiyi görmezden gelecek kadar ‘aptal’ olamaz.

Kampanya boyunca Facebook ve Twitter’da size yine çok ihtiyacımız olacak. Kampanyanın ilerleyen aylarında aramıza ünlü isimler de katılacak. Her birini biraz mutasyona uğramış şekilde görebilirsiniz.

Türkiye’deki en büyük online kampanyayı yapmak için sizden aldığımız motivasyonla aylardır çalıştık çabaladık. Artik hazırız. Şimdi mümkün olan her yerde kampanyamızı duyurmak ve 1 milyon kişiye ulaşmak zorundayız.

Kampanyanın tanıtım videosunu izlemek için tıklayın.

İşe hemen kampanyaya imzanızı ekleyerek başlayın ve Facebook hesabınızda kampanyayı ilk tanıtan kişilerden olun.

Hepimize kolay gelsin.

6 Ekim 2009 Salı

yorumsuz...

Lice'de üç karakolun arasında meydana gelen patlamada ölen ve ölümüyle ilgili tek bir resmi açıklama yapılmayan 14 yaşındaki Ceylan'ın annesi feryat ediyor: Neden bizle ilgilenmiyorlar. Biz ikinci sınıf vatandaş mıyız?

Anne Saliha, entarisinin içinden, yırtılmış toprağa belenmiş bir külot çıkarıp, “Ceylanke parçe parçe!” diyor. Bu, Tapantepe Karakolu’dan atıldığı ileri sürülen bir mermiyle parçalanarak yaşamını yitiren 14 yaşındaki Ceylan Önkol’un iç çamaşırı. Ceylan’ın, anasına, hayvanlarını otlatmaya gitmeden evvelki son sözü, “Makarna pişir de, dönünce yiyeyim” olmuş. Sonra keskin bir hırıltı, sonra bir patlama sesi...

“Ceylanke, parçe parçe!” Bu Zazaca figanı, Türkçe’ye çevirmeye gerek var mı? Peki; üç karakolun ortasında Ceylan’ın kör bir ateşle vurulmasının, cesedin altı saat toprakta ve ceset parçalarının dallarda kalmış olmasının ‘Türkçesi’ nedir? “Can güvenliğimiz yok” diyen savcının gelmeyişi; Saliha Önkol’un, kızının parçalarını eteğine toplayarak karakola taşıması ve otopsinin karakolda yapılması hangi ‘dile’ çevrilebilir?

kullanDiyarbakır-Bingöl sınırı... Tam bu sınırdaki tepeye kurulu Tapantepe Komando Taburu’nun solundaki yol, Lice’ye bağlı Şenlik Köyü’nün Hambaz mezrasına varıyor. Mezranın üç bir yanı jandarmayla çevrili: Hamlaz’la, görüş mesafesindeki taburun arası kuş uçuşu 3 kilometre. Taburun önünde ve çevresinde panzer, ağır silahlar ve korunaklı gözetleme kuleleri var. Mezradan taburun mevzileri görünüyor. Ceylan’ın ailesi, bazen bu mezrada ya da birkaç kilometre ilerideki Bingöl’ün Genç ilçesine bağlı Yayla Köyü’nde (Tavus) yaşıyor. Yayla’ya gitmek için Tapantepe Komando Taburu’nun yanındaki yoldan devam etmek gerekiyor. Güzergâh üzerinde Abalı ve Yayla jandarma karakolları var. Sıkı güvenlik önlemlerinin yanı sıra çevirme de yapılıyor. Abalı Karakolu, mezraya 7-8 kilometre görüş mesafesinde. Bölge, askeri literatürde, ‘teröre müzahir’ (Arka alan) diye geçiyor.

Ceylan 1993’te köylerinin boşaltılmasından iki yıl sonra doğmuş. Bir gece helikopterlerle gelen askerler köyü ateşe vermiş. Ceylan’ın ağabeyi Sedat, o gün kekeme kalmış. Sonrası zorunlu göç. Ceylan Diyarbakır’da doğmuş. Önkol Ailesi, 2000 yılında Köye Dönüş Projesi’yle Yayla’ya ve Hambaz’a dönmüş.

Hayvancılıkla geçen dokuz yılın ardından 28 Eylül sabahına her zamanki gibi uyandılar. Altıya geçen Ceylan, ev işleri yüzünden okula gitmedi. Ertesi gün ders başı yapacaktı. Saat 11.30 olmuştu. Eve 200 metre uzaklıktaki arazide otlayan hayvanları çevirmek o gün Ceylan’a kaldı. Evden çıkarken annesine “Makarna pişir de, dönünce yiyeyim” dedi. Çıktıktan 5-10 dakika sonraydı. Anne Saliha, garip bir ses duydu:

“Bir uğultu duydum. Ağabeylerine seslendim. Hele gidin bakın, bu bomba nereye düştü?”

Ağabey Rıfat, çatıya çıktı. O da önce hırıltı, ardında patlama sesi duymuştu: “Dama çıktım. Birkaç komşumuz vardı. Seslendim: Patlama nerde oldu? ‘Bir duman çıktı’ dediler. Hayvanların olduğu yerde koştum. Anam ve kardeşim de arkamdan geldiler. Seslendim kız kardeşime: ‘Ceylan, ceylan!’ Ses çıkmıyor. Baktım, parçalanmış; bağırsakları bir yanda. Üstümü çıkarıp üstüne attım. Dedim ‘Ana, karde.imin ölüsünü görme!”

Annesi oğlunu dinlememişti:

“Rıfat’ dedim, ‘Bırak ben anayım, ben de göreyim. Açtım örtüyü. Bağırsakları ve ciğerleri yerdeydi. Kendi ellerimle ciğerlerini topladım. Eteğime koydum ciğer parçalarını.”

Rıfat Önkol’un anlatımına göre Şenlik Köyü muhtarı Lice Başsavcılığı’na ulaştı. Muhtar ve savcı Mustafa Kamil Çolak, Abalı Jandarma Karakolu’na gitti. Çolak, karakolda, “Can güvenliğim yok” diye mezraya gitmedi. Savcı, köy imamına ve bir köylüye bir fotoğraf makinesi ve kamera vererek, olay yerini kayda almalarını istedi. Sonra da cesedin karakola getirilmesini emretti. İmam ve köylü gelip fotoğraf çekti, olay yerini görüntüledi. Altı saat sonra cesedi karakola taşımak aileye düştü.

Rıfat Önkol’un iddiasına göre otopsi yarı açık kulübede savcı denetiminde bir doktor, hastane temizlikçisi ve adliye görevlisiyle yapıldı: “Savcı orada bize tepki gösteriyor, ‘Yalan söylemeyin, terör olayıdır’ diyordu.” Ceylan, o gün defnedildi. İddiaya göre savcı Çorak, üç gün sonra otopsiye geldi. Ertesi gün de Diyarbakır Barosu, Tabipler Odası, İHD ve Mazlum-Der inceleme yaptı. İzlenimlerin dönüştürüldüğü rapora göre, inceleme yaptıkları gün Ceylan’ın iç organları ve elbiseleri, yanmış şekilde 150 metrekarelik alana yayılmıştı.

Diyarbakır İHD Şube Başkanı ve Avukat Serdar Çelebi’ye göre, mayın olsaydı, yerde çukur olur, Ceylan’ın ayakları parçalanırdı. Bir çukur oluşmadığı gibi, ayaklarında şarapnel parçaları yoktu. Ceylan bir patlayıcıyla oynamış olsaydı, elleri ve yüzü parçalanırdı. Ki, böyle bir tesir de bulunmuyordu. Çelebi, uzaktan ateş edildiği kuşkusu üzerinde duruyor. Kanıtların toplanmamış olmasına değinen Çelebi, soruşturmadan da endişeli.

Eldeki ‘delil’

‘Kanıtlar’ arasında olması gerekip toplanmayan o elbise parçalarından biri de, anne Saliha’nın göğsünde sakladığı iç çamaşırı. Anası Saliha, “Kızımın suçu neydi? “Niye bize sahiplenen olmadı? Niye bizim acımızı kimse paylaşmadı. Biz ikinci sının vatandaş mıyız?” diye soruyor.

Oğlu Rıfat, taziye için bile gelinmediğini anlatıyor: “Devlet örtbas etmesin. Kürt kızı olduğu için mi değeri yoktur?”
Rıfat ve anası, kırık bir Türkçe ile figan ederken, çocuklar damlara üşüşüyor. Mevcudu 23’e düşen köy okulunun geri kalanı, onlar. Öğretmen ve Ceylan’ın amcasının oğlu Vahap Önkol, şimdi onları düşünüyor: “Çocukların psikolojisi bozuldu. Geçen bir öğrencim diyor ki, ‘Ceylan gibi dağda kalmak istemiyorum.”

Radikal

28 Eylül 2009 Pazartesi

Avrupa'yı alt üst eden film

Yönetmen, cep telefonu üzerine bir film çekti kısa sürede tüm Avrupa, filmde anlatılan olası tehlike karşısında önlem aldı.

Cep telefonuyla konuşurken kullanılan araç, sizi sevdiklerini de değil ölüme götürebilir. Avrupa'da, araç içerisinde cep telefonu kullanımını en alt düzeye indirebilmek amaçıyla yayınlanan spot film, kısa sürede dikkatleri üzerine çekmeyi başardı.

Birçok TV kanalı ve internet sitesinde yayınlanan spot film, kısa sürede dikkatleri üzerine toplamayı başardı. Çok iyi bir prodüksiyon ve oldukça iyi bir senaryo üzerine kurgulanmış film, seyir halindeyken araç sürücülerinin kullandığı cep telefonlarının meydana getireceği olası tehlikeleri anlatıyor.

TÜRKİYE'DE DE MUTLAKA YAYINLANMALI

Türkiye'de ulusal ve yerel TV'lerde hala RTÜK'ün gönderdiği oldukça eski spot filmleri zorunlu olarak yayınlanıyor. Bunların çoğu trafikle ilgili; ancak yapımlar oldukça eski ve neredeyse demode! Avrupa'da ise bizden durum biraz farklı. Türkiye'de RTÜK'ün baskısıyla yayınlanan ve daha çok izlenme oranlarının düşük olduğu saatlerde yayınlanan bu filmler, Avrupa'da ise herkesin ekran başında olduğu saatlerde yayınlanıyor. Bu tür yapımlarn Avrupa'daki başarısının sırrı ise filmlerin çoğunlukla, sosyal sorumluluk projeleri kapsamında daha çok ünlü yönetmenler tarafından hiçbir karşılık beklemeden çekilmiş olması...

kaynak : http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=135976

http://www.netegel.com/genel_videolar/video/k1TuSFrSJ3zL/dunya_bu_reklami_konusuyor.html

25 Eylül 2009 Cuma

GÜNAYDIN

HAYIRLI CUMALAR

-----HAYIRLI İŞLER-----

9 Eylül 2009 Çarşamba

Türkiye Böylesini Yaşamadı..



Bölgedeki durumu şöyle özetleyelim; Bir çok kişi evinin çatısına ya da ağaç tepelerine çıkarak canını kurtardı. Çatı ve ağaç tepelerinden helikopterler insan topladı...

Bir kısmının imdadıdına da itfaiye araçları yetişti. Evlerdeki suyu çekmek için gitmişlerdi ama baktılar ki olmuyor, ev sakinlerini aracın tepesine çıkarıp, sel felaketinden kurtardılar.


kaynak+resimler : www.internethaber.com

Trakya ve Marmara'yı sel vurdu: 9 ölü 2 kayıp----Eruh ve Çukurca'da çatışma: 7 şehit

Yaşamını yitiren tüm vatandaşlarımıza Allahtan rahmet,ailelerine başsağlığı dileriz.

umarız bu sel felaketinde zor durumda kalan,evlerini kaybeden,evsiz kalan tüm insanlarımıza en kısa zamanda yardım ulaşır ve bu sıkıntılı günleri bir an önce geride kalır..

şehitlerimizin ailelerine sabır dileriz..

1 Eylül 2009 Salı

1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜNÜZÜ KUTLAR.


İkinci Dünya Savaşı diye bilinen İkinci Büyük Emperyalist Paylaşım Savaşı, 1 Eylül 1939 günü Nazilerin Polonya'yı işgaliyle başladı. Ardında elliikimilyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat ve moloz yığını haline gelmiş kentler ile acı ve gözyaşı bıraktı. Mayıs 1945’de son buldu. İnsanlık tarihinin bu en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edildi.

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

İnsanlık aleminin geleceği için en önemli ve anlamlı günlerden biri olan "1 Eylül Dünya Barış Günü"nde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesini bir kere daha hatırlatmak istiyoruz.

Demokrasiye, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne inanan ve yıllardır terörün acısını yüreğinde hisseden Türk Anneler Derneği, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde, dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde, farklı isimler altında insanlık suçu işlemeyi sürdüren ve dünya barışını tehdit eden bütün terör örgütlerini lanetlemektedir.

Bilginin ve teknolojinin hızla yaygınlaştığı, özgürlükçü demokrasinin giderek önem kazandığı globalleşen dünyamızda, insanların huzur, güven ve mutluluk içinde yaşamasının temel koşulunun, "şiddet ve terör örgütlerine karşı işbirliği ve dayanışma yaparak, barış ve dostluk ortamının sürekliliğini sağlamak" olduğunu düşünüyoruz.

Türkiye, Atatürk’ün ortaya koyduğu ve tüm milletimizce de benimsenen "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesini, temel ve vazgeçilmez bir ilke olarak, her platformda savunmuş ve bu barışçı tutumuyla, dünya ülkeleri arasındaki saygın yerini de almıştır.

Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu gibi dünyanın en yoğun sorunlarının ve çatışmalarının yaşandığı bir bölgede yer alan Türkiye, barış ve huzurun korunması, demokrasinin yerleşip, kökleşmesi için çaba sarf ederken, terör örgütleri, bölge barışını tehdit etmeye ve kaos yaratmaya çalışmaktadırlar. Terörle mücadele sırasında uygulamada bazı aksaklıklar yaşansa da, Türkiye, bu tür olumsuzlukları, demokratik bir yaklaşımla ve hukukun üstünlüğü ilkeleri çerçevesinde aşmaya çalışmaktadır.

Cumhuriyetle beraber 70 yılı aşkın bir süredir, tüm anlaşmazlıkların karşılıklı saygı ve hoşgörü çerçevesi içinde, diyalogla çözümlenmesinden yana olan Türkiye, bölgede barış ve istikrarın sağlanması için, ırk, dil, din, kültür farkı gözetmeksizin tüm insanlığı işbirliği ve dayanışmaya çağırmaktadır.

Bu nedenle, barış ve istikrar ortamını bozucu bölgesel anlaşmazlıkların, şiddet ve terör hareketlerinin önlenmesi, açlıkla mücadele, çevre sorunlarına çözüm bulma gibi konularda sağduyu sahibi herkesin, üzerine düşen görev ve sorumluluğun bilinciyle hareket etmesi gerekmektedir.

1 Eylül Dünya Barış Günü’nde, terörden arınmış bir dünyada, mutluluğa, huzura, sevgiye, hoşgörüye, kardeşliğe ve evrensel barışa hep beraber kucak açalım!…


Türkan Aksu
Türk Anneler Derneği
Genel Başkanı

ŞİİRLER

Barışın Türküsü

Ben dostluğun türküsünü söylerim,
Düşmanlık neyime.
Barış ve Mutluluk benim gayem.

Ben huzuru isterim,
Kavga benim neyime.
Kardeşçe yaşamak varken,
Didişmek niye.

Ben Türküm,
O Fransız, sen Alman.
Ne fark eder?
Hepimiz insanız,
Sevgiye muhtacız.

Ben barışı isterim,
Savaş benim neyime.
Taşırız hepimiz bir can,
Kim olmak ister ki bî can.

Haydi insanlar,
Gelin bir araya,
Sussun silahlar,
Söylensin artık barışın türküsü..
Adı Barış Olacak

Yakında bir oğlum olacak
adını "Barış" koyacağım
Savaşın ortasındayken bile
yüzü hep gülecek yavrumun
Gülen fotoğraflarına bakacağım
Hasbelkader cephedeysem
Yaşama umudum olacak
benim gül yüzlü ciğerparem
Ya kızım mı olursa?
Ne fark eder ki?
Öğütledim hayat arkadaşıma
Adı yine "Barış" olacak

Av.Dr.Özcan Günergök

Bir Barış Yılı Bir Kış Günü

(Türkiyem ve terör)
Yüreklerde sevgi eksikti
Bir serseri kurşun daha sekti,
Bir çocuk daha öldü.
Kar üstüne kan düştü,
...sonra da çocuk.

Ümit tükenmiş,gözler kaygılı
Kimsenin haberi yok ama
bir barış yılı.
Duvarlarda yazılar,pankartlar
...kimi bombalı
Ne yapmalı...ne yapmalı?

Kar üstüne kan düştü,
...sonra da çocuk.
Herhangi bir kış günüydü,
Bir çocuk daha öldü.
Hava soğuk,hava soğuk !..
Tüm yürekler üşüdü...

(Özdemir İnce'nin Çevirsi)


BARIŞ

Çocuğun gördüğü düştür barış,
annenin gördüğü düştür barış,
ağaçlar altında sevdalıların sevda sözleridir barış;
Gözlerinin içinde uçsuz bucaksız bir
gülümseme elinde yemiş dolu bir zembil ve
alnında ter tomurcukları,
Pencerede suyu soğutan testideki damlalar gibi;
Akşam üstü eve dönen babadır barış,
Dünyanın yüzünde yara izleri kapanırken
ağaçlar diktiğimizde
havan mermilerinin kazdığı çukurlara;
Yangının kavurduğu yüreklerde
ilk tomurcuklarını açarken umut
ve ölüler kanlarının boşa gitmediğini bilerek
yana dönüp içerlemeksizin uyuyabildiklerindedir
barış…
Barış yemek kokusudur tüten,
arabanın yolda durmasının korkutmadığı,
Kapı çalınmasının dost demek olduğu,
Ve pencereyi saat başı açmanın renklerinin uzaktaki çanlarıyla
gözlerimizin bayram etmesini sağlayan
gökyüzü demek olduğu zamandır barış;
Barış bir bardak sıcak süt ve bir kitaptır,
Uyanan çocuk önünde
başaklar birbirlerine eğilip işte ışık ışık ışık dedikleri
Ve ufuk çemberi ışıkla dolup taştığı zamandır barış;
Hapishaneler onarılıp kitaplıklar yapıldığı zaman,
Eşikten eşiğe bir türkü yükseldiği zaman
geceleyin,
Cumartesi akşamları mahalle berberinden çıkan yeni tıraş olmuş
bir işçi gibi baharda ay buluttan çıktığı zamandır barış;
Geçmiş gün yitirilmiş bir gün olmadığı, sevinç yapraklarını akşamın içine salan bir kök ve kazanılmış bir gün hak edilen bir uyku olduğu zaman acıyı kovmak için zamanın dört bir bucağından güneşin hemen ayaklarını bağladığını duyduğun zamandır barış.......
Barış ışınlar demetidir yaz ovalarında iyilik alfabesin tanın dizlerinde,
Kardeşim dediğin yarın kuracağız dediğin zaman kuracağız dediğimizi kurunca
türkü çağırdığımız zamandır barış;
Ölüm yüreklerde az yer kapladığı ve güvenli parmaklarla
mutluluğu gösterdiği zaman bacalar;
ikindi vaktinin büyük karanfilini
ozan ve proleter aynı şekilde kokladığı zamandır barış;
insanların sıkışan elleridir barış,
Dünyanın masasındaki ekmektir,
Gülümsemesidir annenin
Budur yalnızca
başka bir şey değildir barış
Ve toprakta derin yarıklar açan sabahlar
tek bir sözcük yazarlar,
Barış başka bir şey değil barış;
Dizelerimin rayları üzerinde
buğday ve güller yüklenmiş geleceğe doğru yol alan bir trendir barış,
Kardeşlerim barış içinde derin derin soluk alıyor tüm dünya bütün düşleriyle
verin ellerinizi kardeşlerim işte budur barış…..

Savaşa Savaş Açacağım

Savaşa savaş açacağım.
Bebekleri sevgiyle doyurup,
Sevgiyle yoğuracağım.
Bir düşü gerçekleştirip,
Savaşların kökünü kurutacağım.
Nefreti, kini, düşmanlığı,
Barış potasında eritip,
Barıştan bir dünya kuracağım.
Sararan yeşil ot, daldaki yaprak,
34 yıldır bastığım bu toprak.
İçtiğim su, soluduğum hava,
Denizdeki dalga, çatıdaki yuva.
Yağan yağmur, esen rüzgâr,
Havadaki bulut, eriyen kar.
Uçsuz bucaksız çöl,
Yorulmuş durgun göl,
Mis kokan kızıl gül, uzayıp giden yol.
Dağ, taş, kum ve çakıl,
Dünyayı yöneten yumruk kadar akıl.
Yerdeki ağaç, gökteki yıldız,
Baba oğul, ana ve kız.
Beşikteki bebek,
Çiçekteki kelebek,
Kurt kuş, börtü ve böcek,
Milyonlarca, milyarlarca yürek.
Yer barış, gök barış, deniz barış, arş barış,
Şiir barış, marş barış,
Zengin barış, fakir barış,
Zikir barış, fikir barış
Bu yuvarlağı karış karış,
Barışla dolduracağım.
Savaşa yer kalmayacak.
Zamanı barışta donduracağım.
Bir daha savaş tamtamları çalmayacak.
Ne kan akacak,
Ne bombalar patlayacak,
Ne de analar ağlayıp,
Sevgililer ağıt yakacak.
Ölümü öldüreceğim,
Savaş tüccarları ölümlü bulamayacak.


BARIŞA ÇAĞRI
Ne savaşlar gördüm
Kazanan hiç olmadı
Ölüm, zulüm, ayrılık
ve savaş tacirlerin den başka.
Barışla atılır
sevgi tohumları.
Ondandır gülüm,
her bahar filizlenir,
inadına savaşların.
Rengarenk çiçek olur,
çıkar yeryüzüne.
Selamlar bizleri.

Şimdi sorarım size.
-Bu güzellikleri görüp
-Bu güzellikleri yaşamak varken
Savaşmak niye?
Sevgi tohumlarını çürütüp,
Kin tohumlarını yeşertmek niye?

Ekin sevgi tohumlarını,
düşünün biraz.
En katı yürekler bile
Sevgi ve güzelliklere karşı
duyarsız değildir.
Umutlarınızı bu yönde yeşertin.
Barışın lütfen...


kaynak : http://www.adaminsitesi.com/dunya_baris_gunu.htm

30 Ağustos 2009 Pazar

Anime Severler Müjde...

Anime severler için süper bir site www.animefreak.tv

Gelmiş geçmiş tüm anime serilerini ‘Türkçe Altyazıları’ ile Online izleyebileceğiniz bu sitede son derece keyifli vakit geçireceksiniz.

featured-animefreak

kaynak : http://www.celikmelek.com/blog/?cat=27

bildirgec.org

Sakin - Edepsiz Komedya Klibi

Kentsel dönüşümün mağduru olan Sulukule'de çekilen klip...


- Watch more funny videos here

kaynak : http://azveoz.blogspot.com/

24 Ağustos 2009 Pazartesi

GDO ihtimalinde uzak bir ay geçirmeye davet ediyoruz sizi!

Harikulade bir siteden esinlendik, GDO ihtimalinde uzak bir ay geçirmeye davet ediyoruz sizi!

Türkiye'de neyin içinde GDO'lu ürün var, söylemek çok zor. Ama, bal gibi biliyoruz ki, en "benimdir" dediğimiz mısırdan bile üretilse mısır şurubu, üretiminde kullanılan organizmalardan dolayı GDO'lu oluyor ve Coca Cola benzeri içeceklerden baklavaya kadar pek çok kılıkta karşımıza çıkıyor. Benzer şekilde soya lesitinine karşı da endişelerimiz var. Soya lesitini genelinde kötü sayılmadığı ve endüstriyel üretimde muazzam bir kolaylaştırıcı olduğu halde, ülkemize giriş yolunu bilemeyeceğimiz ve "GDO'lu soya yetiştiren bir ülke aracılığı ile ithal" bir soyadan da üretilebilen; zaten (örneğin:) ithal edilmiş bir kuvertür sayesinde çocuğumuzun yaşgünü pastasına çikolata kreması kılığında da eklenebilen... asla takip edemediğimiz bir ürün olması münasebetiyle, endişemiz pek sahici, pek yerinde.

Bakın bakalım, içinde nbş (nişasta bazlı şeker,) mısır şurubu, glikoz şurubu ya da soya lesitini olan bir şeyleri yemeden, içmeden 30 gün geçirebilecek misiniz? Bakın bakalım, yediklerinizin arkasını okurken daha başka neler bulacaksınız içerik listelerinde. Bakın bakalım ne olduğunu anlamadığınız içerikleri sorguladığınızda ne cevaplar alacaksınız "tüketici memnuniyeti temsilcileri"nden.

Bakın, deneyin. 30 gün, dile kolay, GDO ihtimalinden uzak beslenmek mümkün mü, henüz GDO'lu tarıma yasal olarak "evet" bile dememiş memleketimizde, deneyin.

http://fikirsahibidamaklar.blogspot.com/2009/08/harikulade-bir-siteden-esinlendik.html

Yeni nesil hastalıklardan korunun


3G geldi, iletişim hızlanacak… Ama radyasyon katlanarak artacak, elektromanyetik dalgalar çevremizi daha çok kuşatacak, alzeimer, kısır, astım, alerji, kalp, sinir, beyin kanseri hastaları artacak ve bilmediğimiz birçok hastalık çoğalacak şimdi sevinelim mi? Tabiat ağlarken ve insan sağlığı tehdit altındayken biz sevinemiyoruz! İyilik ve güzellik için araştırmaya devam ediyoruz…

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta sorularımızı yanıtladı.

Elektromanyetik dalgaların artması ile hangi hastalıklar ortaya çıkacak?

Başta cep telefonları, baz istasyonları, kablosuz bağlantılar, kablosuz telefonlar, bilgisayarlar, televizyonlar, DVD’ ler, yazıcılar, mikrodalga fırınlar, gibi alet ve teknolojilerin hayatımıza getirdiği pek çok fayda ve rahatlık yanında, sağlığımız açısından bir takım olumsuz etkileri olduğu da ortaya çıkmaya başladı. Elektromanyetik Aşırı Duyarlılık Sendromu ya da kısa adıyla EMADS, elektronik aletlerle ilişkilendirilen rahatsızlıklardan biridir.

EMADS (Aşırı Duyarlılık Sendromu) nasıl bir hastalık?

Adı her geçen gün daha çok duyulan EMADS henüz tüm uzmanlar tarafından bir hastalık olarak kabul edilmiyor. Meselâ, hiçbir klâsik tıp kitabında bu hastalığın adı geçmiyor, ama Dünya Sağlık Örgütü’ nün EMADS ile ilgili yayınları var; bununla ilgili araştırmalar ve uluslararası toplantılar düzenleniyor.

Belirtileri neler?

EMADS klinik belirtilere göre tanısı konan bir sendrom; herhangi bir röntgen veya başka bir laboratuar bulgusu yok.

EMADS beş temel belirtisi olduğu kabul ediliyor:

"Deride kızarma, karıncalanma ve yanma hissi

Konsantrasyon bozukluğu, dikkat dağınıklığı, unutkanlık

Hâlsizlik, yorgunluk

Baş ağrısı

Göğüs ağrısı, çarpıntı ve kalp problemleri

Bunların dışında bulantı, baş dönmesi, uyku bozuklukları, kas ağrıları,

hazımsızlık, şişkinlik… gibi daha az rastlanan şikâyetlere de rastlanıyor. Tabii ki, her hâlsizliği olanda, her başı ağrıyanda veya çarpıntısı olanda akla ilk gelecek hastalık EMADS değil. EMADS, bu belirtileri açıklayabilecek bir hastalığı olmayanlarda düşünülmesi gereken bir sendrom.

Kişisel duyarlılık önemli olabilir mi?

EMADS’ ın hangi mekanizma ile ortaya çıktığı da henüz kesin olarak bilinmiyor, ama elektromanyetik radyasyonun özellikle sinir ve bağışıklık sistemlerini etkilediği düşünülüyor. Bazı kontrollü laboratuar araştırmaları, belirtilerin şiddetinin maruz kalınan elektromanyetik radyasyonun derecesi ile ilgili olmadığını göstermiş. Bundan dolayı da EMADS’ ın ortaya çıkmasında manyetik radyasyon dışında başka faktörlerin de etkili olabileceğini savunanlar var: Flüoresan lambaların titreşimleri… ekranların parlaklığı… sürekli bilgisayar başında çalışmanın yarattığı ergonomik problemler…. bunlardan bazıları. Kişisel duyarlılığın önemli olduğunu kabul edenler de var ki, çok makûl bir yaklaşım bence de.

Şu ana kadar en çok hangi ülkelerde görüldü?

EMADS’ ın görülme sıklığı ülkeden ülkeye değişiyor. Dünya Sağlık Örgütü’ ne göre, İsveç, Almanya ve Danimarka’ da İngiltere, Avusturya ve Fransa’ ya göre daha fazla görülüyor. İskandinav ülkelerinde deri ile ilgili şikâyetlere daha fazla rastlandığı da biliniyor.

Cep telefonlarının erkeklerde sebep olduğu kısırlık da en çok gündemde olan konulardan, cep telefonu kısırlığa sebep oluyor mu?

Hindistan’ da geçtiğimiz günlerde yapılan bir araştırma, cep telefonlarının erkek kısırlığında da rolü olabileceğini gösteren sonuçlar verdi. Bu araştırmada, kısırlık nedeniyle incelenmekte olan 364 erkek, cep telefonlarını, hiç kullanmayanlar, günde 2 saatten az, 2-4 saat arası ve 4 saatten fazla kullananlar olmak üzere 4 gruba ayrılıp sperm sayıları ve sperm kalitesine (canlılık, hareketlilik ve şekil) göre değerlendirildi. Cep telefonlarını günde 4 saatten fazla kullanan erkeklerin sperm sayısının mililitrede 50 milyon, hiç konuşmayanların ise 86 milyon olduğu belirlendi. Üstelik çok konuşanlarda sperm kalitesi de hem canlılık, hem hareketlilik ve hem de şekil olarak daha kötü idi.

Araştırmacılar bunun iki nedeni olabileceği kanısındalar.

Birincisi, cep telefonlarından yayılan radyasyonun ve ısının beyinde testosteron yapımını uyaran hipofiz ve hipotalamus bölgelerini etkilemesi ve bunun sonucu erkeklik hormonu olan testosteron üretiminin ve sperm sayısının azalması.

İkincisi de, radyasyonun doğrudan DNA’ yı hasara uğratabilmesi, testislerde testosteron üreten hücreleri veya sperm yapılan tüpleri etkilemesi.

Elbette, tek bir araştırmanın sonucuna göre bu konuda kesin bir hüküm verilmesi mümkün değil. Zaten, eleştiriler de hemen sökün etti. Sperm kalitesini etkileyen sigara ve alkol kullanımı, abur-cubur yemek ve stres… gibi faktörlerin, telefonun pantolon cebinde mi yoksa kalın deri veya plastik bir kılıfta mı taşındığının hiç dikkate alınmamış olması önemli bir eksiklik. Bu bulguların, daha geniş kapsamlı, daha ayrıntılı araştırmalarla doğrulanması gerekiyor, ama yine de dikkatli olmakta yarar var.

Günümüzde özellikle çocuklarda artan alerji ve astım hastalıklarının sebebi de olabilir mi?

Cep telefonları, en son astım, saman nezlesi ve egzema gibi allerjik hastalıklardan da sorumlu tutulmuştur. Gerçekten de, gelişmiş ülklerde alerjik hastalıklardaki artışla, cep telefonlarının kullanımındaki ve yaygınlığındaki artış büyük bir paralellik göstermektedir. Yakın zamanlarda yapılan araştırmalarda, cep telefonlarından yayılan mikrodalgaların mast hücrelerinden histamin, P maddesi, VIP ve NGF gibi kimyasal maddelerin salgılamasını iki misline kadar artırabildikleri saptanmıştır.

Bunlar, özellikle de histamin ve P maddesi, astım, saman nezlesi, egzema gibi hastalıkların ortaya çıkmasında çok önemli rolleri olan maddelerdir. 800-900 MHz arasındaki bu mikrodalgaların, antihistaminik ve kortizon gibi allerji tedavisinde kullanılan ilaçların etkilerini azalttıklarının da anlaşılması bu konudaki endişelerin hiç de haksız olmadığını göstermektedir. Ayrıca, cep telefonlarının yarattığı eletriksel alanın diş dolgularındaki civayı gaz haline getirebileceği ve bunun da beyne ulaşarak depresyon, Alzheimer, multipl skleroz gibi hastalıklar yanında astım riskini de artırabileceği ileri sürülmüştür. Biz hiç bir şey hissetmeden vücudumuzdan geçen mikrodalgaların aynı gürültü gibi kronik stres yaratıcı bir faktör olarak etki gösterdiğini savunan uzmanlar, cep telefonlarının astım ve allerjik hastalığı olanları ciddi şekilde etkileyebileceğini vurguluyorlar.

Dünya çapında bir salgınla, yani bir pandemi ile karşı karşıyayız. Hem de gelmiş geçmiş tüm virüsleri kıskandıracak boyutta bir salgınla. Ama bu pandeminin sebebi ne grip, ne HIV, ne hepatit B ve ne de bir başka virüs.

Sözünü ettiğim salgın cep telefonu pandemisi. Ülkemizde 35 milyon kişinin cep telefonuna sahip olduğu ileri sürülüyor. İçecek ayranı olmayanların ve ilkokul çocuklarının bile ‘cebi’ olduğuna göre, doğrudur herhalde. Dünyada ise 3 milyardan fazla insanın cep telefonu olduğu hesaplanıyor ve bu gidişte yakın bir gelecekte ‘cebi’ olmayan kalmayacak yeryüzünde. Ceplerin ne kadar işe yaradığını, hayatımızı ne kadar kolaylaştırdığını, hatta kimi zaman can kurtarıcı bile olabildiğini herkes biliyor. Ancak, bu mucize aletlerin ‘bilinçsiz ve aşırı kullanımının’ sağlığımızı ciddi şekilde etkilemesi de muhtemel.

Cep telefonları, 900-1800 MHz arasındaki mikrodalgaları bir anten aracılığı ile alan ve yayan düşük enerjili bir tür küçük radyolardır. Bu mucize aletlerin, yarattıkları ‘elektromanyetik radyasyon’ ve lokal ısı ile sağlığımızı etkilemelerinden endişe duyuluyor. Bu konuda yapılmış pek çok epidemiolojik ve deneysel laboratuar araştırmaları var. Mesela, kedi ve tavşanlar üzerinde yapılan araştırmalar, cep telefonlarının beynin elektrik aktivitesini değiştirebileceklerini, hücrelerin çoğalma hızını, enzim aktivitelerini ve hatta genleri etkileyebileceklerini gösteriyor. Bu bulguların insanlar için ne kadar geçerli olduğu tam belli değil. Henüz sinek küçük ama mide bulandırıyor.

Cep telefonları en fazla beyin tümörlerine sebep olmakla suçlanıyorlar. Gerçi cep ile bu tümörler arasında bir ilişki olmadığını gösteren araştırmalar da var ancak, bunun aksini iddia edenler de var. Bu konuda sizin görüşleriniz nedir?

İki yıl önce İsveç’ de yapılan bir araştırmada ‘cep’ ile 2 bin saatten fazla konuşanlarda beyin tümörü riskinin hiç cebi olmayanlara göre yüzde 240 fazla olduğu belirlenmişti. Dünya Sağlık Örgütü tarafından da desteklenen ve İngiltere ve Almanya’ da yürütülen araştırmalar da ‘glioma’ türü beyin kanseri riskinin 10 yıldan uzun süre cep kullananlarda yüksek olduğunu gösteriyor.

Bir başka araştırmada ise ‘akustik nörinoma’ isimli selim beyin tümörlerinin cep sahiplerinde 4 misli fazla olduğu sonucuna ulaşıldı. Tabii ki her cep telefonu kullanan beyin kanseri olmuyor ve olmayacak da. Tıpkı ‘sigara-kanser ilişkisi’ gibi. Her sigar içen kansere yakalanmadığı gibi, kanser ancak yıllar sonra gelişiyor.

Mesela, 10 yıldır sigara içenlerde akciğer kanseri sıklığı, hiç içmeyenlerden çok farklı değildir, ama bu araştırma 20 yıldan fazla zamandan beri sigara içenlerde yapıldığında akciğer kanserlilerin yüzde 90’ ının sigara tiryakisi olduğu ortaya çıkar. Benzer şekilde, beyin tümörlerinin gelişimi için de 15-20 yıllık bir süre geçmesi gerekir. Oysa ceplerin kullanımı ancak son 10, hatta 5 yıl içinde çok yaygınlaştı ve yoğunlaştı. Uzun vadedeki etkileri gösteren bir araştırma yok ne yazık ki.

Cep telefonun çocuklar için ne gibi riskler taşıyor?

Beyin tümörü bakımdan, özellikle çocuklarımız büyük risk altında. Cep kullanma yaşının anaokulu seviyesine indiğini ve giderek de arttığını… ve daha da artacağını göz önüne alacak olursak çocuklarımızın beyin tümörü için ne büyük bir risk altında oldukları apaçık ortaya çıkar.

Üstelik hayatımıza giren elektromanyetik alanların da giderek arttığı bir çağda. Buna bir de, çocukların kafataslarının erişkinlere göre daha ince olmasını (bu daha fazla radyasyona maruz kalmak demek) ve çocuklarda bölünen hücrelerinin daha çok olmasını (bu, bölünen hücreler kanserojen faktörlere daha duyarlı demek) da eklerseniz tehlikenin büyüklüğü daha iyi anlaşılır.

Cep telefonunun zararlarından kendimizi, çocuklarımızı ve geleceğimizi nasıl koruyabiliriz?

Henüz çok yeni oldukları için uzun vadede ne gibi olumsuzluklara neden olabilecekleri kesin olarak bilinmeyen cep telefonlarının, özellikle çocuk ve hamile hanımlar tarafından kullanılmaması gerekir.

Çok gerekli olmadıkça cep telefonu ile konuşmayın!

Cep telefonunu mümkün olduğunca az kullanın, konuşmalarınızı kısa tutun, konuşurken telefonu kulağınıza fazla yaklaştırmayın, kullanmadığınız zamanlar cep telefonlarını üzerinizde taşımayın!

Açık telefonu yastığınızın altına, başucunuza koymayın, hatta yatak odasında bile bulundurmayın!

Ararken bağlantı sağlanana kadar telefonu kulağınıza dayamayın!

Konuşurken de telefonu kulağınıza olabildiğince uzakta tutun; daha iyisi kulaklık kullanın.

Uzun konuşmalarda kulak değiştirin. Sinyal azken aramayın ve konuşmayın. Tabii bir de, ‘birileri’ çocukların cebe özendirilmelerine ve cep reklâmlarında kullanılmalarına hemen dur demeli!

www.iyilikguzellik.com özel Nihal Doğan

Gizli ateş geleceğimizi yakmasın! haberini okumak için lütfen tıklayınız

İşte 3G'nin hediyesi! Doç. Dr. Hasan H. Balık ile özel röportajımızı okumak için lütfen tıklayınız

Radyasyon denizinde mi yüzeceğiz? Prof. Dr. Süleyman Daşdağ ile özel röportajımızı okumak için lütfen tıklayınız

Bu ateşi elinize almadan düşünün! Prof. Dr. Selim Şeker ile özel röportajımızı okumak için lütfen tıklayınız

Streslimisiniz...?

Resme Tıklayınız...kaynak : http://www.msxlabs.org/forum/

ÇÖP DÖKME UYARILARI

Yaratıcı ülkenin yaratıcı insanlarından çöp dökmelere karşı alınan önlemlerden birkaç adet...

İzmir’de bir çöp kutusunda "Buraya çöp atan sıkıyorsa biraz beklesin!"

Pendik'te bir duvarda "Buraya çöp atmayın yakalarsam yediririm o çöpleri"

Kasımpaşa'da bir duvarda "Buraya çöp atan Allah katında cezalandırılacaktır"

İstanbul / Sefaköy'de bir duvarda "Buraya çöp atan için artık bir şey yazmayacağım... herkes içimden ne dediğimi biliyordur herhalde"

Bağcılar'da bir evin duvarında "Buraya çöp atan namussuzdur. Salı ve cuma hariç"

Büyükdere itfaiyesinin yan duvarında "Çöp atma ağır konuşurum"

Bursa'da bir apartmanın garaj girişinde "Çöp döken °°°°°°°°dir. Yorum yapan da"

İstanbul-Kağıthane'de bir duvarda "Buraya çöp döken Sayın eşek, görüntü hoşunuza gidiyor mu? Konteynır iki metre ileride!"

Beşiktaş'ta bir apartmanın önündeki doğalgaz kutusunun üzerinde "Buraya çöp dökmeyin... çok çok çok çok rica..."

İzmir'de bir evin duvarında "Buraya çöp dökeni tavana asayım, smaç basayım!"

4. Levent Sanayi'de bir binanın duvarında "Buraya çöp atan eşektir ve yasaktır"

Eskişehir otogarı yakınlarındaki bir duvarda "Arsaya çöp atanı severim"

Dikili'de bir çöp tenekesinin üstünde "Buraya çöp atmak yasaktır. İnsansan anlarsın. Anlamazsan uygun bir zamanda arkadaşlarla öğretiriz"

Eskişehir'de bir apartmanın önünde "Buraya gündüz çöp dökmek yasaktır. Gece de yasaktır!"

Tekirdağ'da bir evin duvarında "Sayın Afyonlular! Çekirdekleri ve Çöpleri evinizde de mi yerlere atıyorsunuz!"

Geçen yıl Afyon fuarında yaklaşık 50 ayrı yerde yazan uyarı amaçlı bir yazı: "Buraya çöp döken öldürülür!"

Soğanlı'da bir evin duvarında "Çöp dökmek yasaktır. Bir daha olmasın!"

Cihangir'de bir apartmanın duvarında " Hey çöp dökme sakın!"

Antalya'da bir evin duvarına devasa harflerle "Buraya çöp döken gevşektir"

Diyarbakır'da bir duvarda "Buraya çöp döken hayvansa zaten hayvandır, çocuksa babası hayvandır, büyükse hayvan oğlu hayvandır."
kaynak :http://www.msxlabs.org/forum/gunlukler/merve89-562156/cop-dokme-uyarilari-14819/

radyo